TÜRK TOPLUM YAPISI
I- OSMANLI BİRİKİMİ
Osmanlıların siyasal olarak ortaya çıkış nedenleri, güçsüzleşen iki imparatorluğun arasında yer almalarıyla ilgilidir: Bir yanda Bizans sürekli olarak gerilerken, öte yanda Selçuklular çökmek üzereydi. Böylece ortada, hem sahipsiz hem güçsüz hem de kamu düzenine susamış bir bölge kalıyordu. Ayrıca, Anadolu'nun tahıl üreten merkezleri ile Marmara'nın deniz kenarındaki ticaret kentleri arasındaki ekonomik bütünleşme ihtiyacı, bölgenin tek bir siyasal güç altında örgütlenmesini gerektiriyordu.
Osmanlının büyümesindeki diğer bir etkende inanç özgürlüğüydü. Bu inanç özgürlüğünün temelleri üç başlık altında toplanabilir
· İslam dini inançlar yönünden zorlamayı yasaklar.
· Hristiyanlar devlet memuru olamadıkları için, devletin yüksek kademelerinde yer alan ve kendi yerlerinin tehlikeye girmesinden korkan yönetici kesim, kitle halinde İslam dininin kabul edilmesine karşıydı.
· Hristiyan halk askere alınmaz, buna karşılık "cizye" denen bir vergi öderlerdi. Kitle halinde din değiştirmeler, devletin bu gelirini sarsabilirdi.
Osmanlıların başarıların ardında, Horasan'dan gelen gazi-dervişlerin inancı yatmaktaydı. Cihad ruhu içinde bir toprak parçası alınır alınmaz, göç yoluyla bölge hemen Türkleştiriliyor ve daha ileriye gitmek için hazırlık yapılıyordu. Bu uygulama, Türklerin devlet kurmadaki ve örgütlenmedeki becerisini göstermektedir.
Osmanlının büyümesindeki bir diğer etkende, Fatih'in İstanbul'u aldıktan sonra Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa'yı öldürtmesidir. Çandarlı ailesi, yıllarca süren vezirlik sonrasında Osmanlı ailesinden sonra gelen ikinci büyük aile olmuştu. Böylece Çandarlı'yı öldürterek Fatih, Türk aristokrasisinin vezirliğine son verdi ve devlet içinde tek büyük aile olarak Osmanlılar kaldı. Bu dönemden sonra siyaset sahnesine devşirme vezirler damga vurdu.
Osmanlıların büyümesindeki diğer bir dönüm noktası da, Yavuz'un doğu Türklerini Çaldıran'da yenerek Memlukleri ortadan kaldırması ve halifeliği üstlenmesi gelir.
İmparatorluğun hukuksal temellerini atan Kanuniden sonrası ise, gerileme ve çöküş dönemidir. Çöküş nedenleri, iç ve dış olarak iki grupta incelenebilir:
Dış nedenlerin birincisi kapitülasyonlardır. Ancak bunlar, çoğu kişinin iddia ettiği gibi kanuni döneminde ortaya çıkmış değildir. Osmanlılar tarafından resmen verilmeden önce de, Doğu ve Batı Akdeniz ülkeleri arasında bir takım ayrıcalıklı ticaret işlemleri, Haçlı Seferleri sonrasında kurulan küçük devletler yoluyla hep vardı. Osmanlılar Akdeniz üzerinde egemenlilerini kurdukları zaman, bu mekanizmaları da, devir aldılar. Fatih döneminde Venediklilere verilen ve Kanuni zamanında genişletilen kapitülasyonlar, Akdeniz ticaretinin doğal bir parçasıydı; padişahların isteği ile ortaya çıkmış değildir. İkinci grup dış nedenler ise, Batı uygarlığının Osmanlılar üzerinde kurduğu siyasal ve ekonomik denetim mekanizmalarıdır. Yeni dünyanın keşfi, Avrupa'da değerli madenleri arttırmış; bunun ortaya çıkarttığı şiddetli enflasyon, kısa sürede Osmanlıyı da etkisi altına alarak, Avrupa'ya bağımlı hale getirmiştir. Bunun yanında yeni ticaret yollarının keşfi de, Akdeniz ve Anadolu ticaret yollarının önemini azaltmıştır. Bu iki etken sonrasında, Osmanlı Devleti ve ekonomisi sömürge haline dönüşmüştür.
Osmanlıların çöküşüne yol açan iç öğeler ise, Osmanlının halktan ve toplumdan kopuk olan devlet anlayışında yatar. Fatih'in Çandarlı'yı öldürtmesinin ardından, hem devletin Türk soylularıyla ilişkisi kesilmiş hem de halktan kopuk olan devşirme bürokrasisi dönemi başlamıştı. Devşirme bürokrasisi ve onun vurucu gücü olan yeniçeriler, devlet yönetiminde söz sahibi olmuşlardır. Buradaki ince dengeler, Osmanlının ticari ve sınai etkinliklere de kuşkuyla yaklaşmasına yol açtı. Servet birikimi siyasal güç demekti ve bu durum da Osmanlı ailesinin iktidarını tehlikeye atabilirdi. Bu nedenle sınai ve ticari etkinlikler, siyasal iktidara hiçbir zaman rakip olamayacak olan hristiyanlara bırakıldı. Bu da, hem onlar arasındaki ulusçuluk akımını güçlendirdi hem de dış güçlerin denetimini kolaylaştırarak yıkılışa yol açtı.
ATATÜRK İHTİLALİ
Atatürk İhtilali, sosyo-ekonomik değil siyasal ve ideolojik bir ihtilaldir. Ancak sonuçları itibariyle sosyo-ekonomik bir ihtilale dönüşmüştür. Sosyo-ekonomik bir ihtilal olmamasının sebebi, Atatürk'ün burjuva sınıfının bir üyesi olmaması ve arkasında güçlü bir burjuvazinin bulunmayışıdır; Ancak siyasal iktidara el koyduktan sonra, ortaya çıkmakta olan burjuvazinin güçlenmesine ve siyasal iktidarla bütünleşmesine yardımcı olmuştur.
Atatürk'ün ideolojisinin iki niteliği vardır: Emperyalizm karşıtlığı ve Batılılık. Batı gibi gelişebilmenin birinci koşulu, Batının ekonomik sömürüsünden ve siyasal boyunduruğundan kurtulmaktı; ikinci koşulu ise, Batının gelişiminin temeli olan burjuvaziyi Türkiye'de güçlendirmekti.
Atatürk'ün bu doğrultudaki uygulamaları, Atatürk Devrimleri olarak adlandırılmış ve yeni toplumun yapısını şekillendirmiştir. Bu devrimlerin birinci niteliği, "devletçi-seçkinci" bir grup tarafından geniş halk kitlelerine tepeden inme şeklinde uygulanmış olmasıdır. Devrimlerin ikinci niteliği, Batı tipi bir toplum hedefi gütmesidir. Yapılmakta olanlar, Batıda görülen toplum modellerinden esinlenmiştir. Üçüncü niteliği, hepsinin aynı anda topluma sunulmamış olmasıdır. Her bir devrim adım adım uygulamaya konulmuştur. Dördüncü niteliği de, tüm devrimlerin temelinde, kuramsal olarak "halk egemenliği" yatar.
Atatürk döneminin ortalarına doğru bu devrimler, Kemalizm adı altında bir ideoloji haline dönüştü.
Atatürk İhtilali, siyasal zorunluluklardan doğmuş ve dış dünyanın öğelerinden etkilenmiş bir devrimdir. Atatürk, Osmanlının yönetici seçkin sınıfının bir üyesiydi. Bu nedenle ihtilal, temelde sınıflar arası bir çatışma değil, sınıf içi bir çekişmeydi. Ancak sonradan, "ara sınıflar" yani eşraf/ ayan ve ulema arasında destek ve işbirliği imkanları aramaya başlayınca, nitelik değiştirdi. Bu eylemin, siyasal sınıfı elinde bulunduran seçkinlere yani padişah-adamlarına karşı yapılması ve ara sınıflarla işbirliğine gidilmiş olması Kemalist İhtilali geniş halk kitlelerine doğru zorladı.
Kemalist İhtilalin sonuçlarından biride, Osmanlı İmparatorluğundaki"kültürel ikilik" sorununa çözüm arayışıdır. Aydınlar ile halkın kullandığı ortak bir dil ve yazın olmaması, iki grubun kültürel değerleri arasında uçurum yaratmıştı. Bu durum, Osmanlının Batılılaşma eylemleri ile daha da belirginleşti. Batılı kurumların sadece taklit yoluyla alınması, halk kitlelerini devlete ve onun temsilcisi aydınlara daha da yabancılaştırdı. Bu süreç, yeni bir boyut üzerinde biçimlendi. Taklit yoluyla Batılılaşma çabaları halk tarafından, dinsel ilkelerden ve geleneksel kurallardan sapma olarak nitelendirildi. Atatürk ise, Batı tipi bir toplum yapısını hedeflemekle birlikte, taklitçiliğe karşıydı. Bu nedenle, Batıdaki kurumları aynen aktarmak yerine Batı uygarlığının temelindeki ilkeleri hedefledi. Bunlar milliyetçilik, milli bir ekonomi ve pozitivist bir yaklaşımdı. Bu bağlamda Atatürk devrimleri, kültürel ikiliği Batılılaşma yönünde çözmek istemiş ve ikiliğin diğer yüzünü oluşturan dinsel-geleneksel yaklaşıma karşı çıkmıştır.
Atatürk, siyasal gücü tek başına elinde toplamakla yetinmemiş, aynı zamanda dini ve gelenekleri baskı altına almıştır.
Kemalist ideolojinin temelleri, İttihat ve Terakki zamanında ortaya çıkan Türkçülük hareketine dayanır. Atatürk'ün düşüncelerini derinden etkileyen Ziya Gökalp'e göre Türkçülük, Batı uygarlığının kalıplarını Türk kültürünün içeriği ile doldurularak güçlendirilecekti. Kemalizm, Gökalp'in mimarı olduğu Türkçülük ilkesinden etkilenmiştir. Gökalp ise, Atatürk'ün görüşlerinden etkilenerek Turancı düşünceden Türkçü düşünceye geçmiştir.
TÜRKİYENİN TOPLUMSAL YAPISININ ÇÖZÜMLEMESİ
Türk siyasi yaşamını çözümlemede iki anahtar kavram söz konusudur. Bunlardan biri, hem Batı’yı hem de Türkiye’yi kapsayan bir şekilde Şerif Mardin’in çözümlemesinde yer alan “Merkez-Çevre İlişkileri”, diğeri ise daha özel nitelikte sadece Türkiye için geçerli olan Emre Kongar’ın kullandığı “Devletçi-Seçkinciler ile Gelenekçi-Liberaller”in oluşturduğu karşı cepheleşmedir.
Merkez - Çevre İlişkileri:
Osmanlı İmparatorluğu’nun, karmaşık ve incelmiş bir kurumlar şebekesine dayanan uzun ömürlü bir merkezi vardır. Dinsel azınlıklardan çoğunlukla küçük yaşlarda toplanan bireyleri yönetici seçkinler arasına alan, onları resmi görevliler sıfatıyla bütünleştiren, vergi ve toprak yönetimini mutlaka merkezileştirmese de sıkıca denetim altında tutan ve resmi dinsel düzene egemen olan merkez, adalet ve eğitim alanları ile yasallığın simgelerinin yayılmasında sağlam dayanak noktaları bulmuştu.
Batı’da devleti biçimlendiren güçler, modernleşme başlamadan önce Osmanlı İmparatorluğunu biçimlendiren güçlerden önemli ölçüde farklıdır. Modern devleti yaratan merkezileşme süreci, dayandığı feodal temellerden ötürü, çevre güçleri diyebileceğimiz şeylerle uzlaşmalar yapılması sonucunu veren bir dizi karşı karşıya gelmeyi kapsamıştı. Bu güçler, feodal soylular, kentler, kasabalar ve daha sonra sanayi emeğiydi. Buradaki uzlaşmalar, ulus devletin bir ölçüde iyi eklemlenmiş yapılar olmasına yol açtı. Ne zaman bir uzlaşma ya da tek yanlı da olsa bir zafer kazanılsa, çevresel gücün bir kısmının merkezde bütünleşmesi sağlanmış oluyordu. Böylece, feodal sınıflar ya da ayrıcalıklılar ya da işçiler özerk durumlarının tanınmasını da sağlayarak yönetimle bütünleştiler. Buradaki karşı karşıya gelmeler çeşitliydi; devlet ile kilise, ulus kurucular ile yerelciler, üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki çatışmalar bunun örneğidir. Bunların sonucunda, çeşitli siyasal kimlikler ortaya çıktı. Bu karşı karşıya gelmeler, merkez ile çevre arasında çatışmalar şeklinde beliriyordu.
Geleneksel Sistem
Merkez ile çevrenin, Osmanlı siyasal ve ekonomik yaşamının temel sorunu durumuna gelmesine yol açan birçok neden vardı.
Merkez-çevre kopukluğunun en genel boyutu, doğmakta olan imparatorluk içinde bir parçalanmışlığın mevcudiyetiydi. Osmanlı imparatorluğu, miras yoluyla geçen bir bürokrasi ve feodal beyler yerine merkezden denetlenen bir ordu oluşturmuştu. Ancak imparatorluğun bazı bölümlerinde, imparatorluk öncesi soylular sınıfı hala varlığını sürdürmekteydi. Bunun yanında, özerk güce sahip dinsel tarikatlar, çeşitli etnik ve dinsel gruplar vardı.
Bu dağınıklığın diğer bir özel durumu da, devlet ile imparatorluğun çekirdeği olan Anadolu’daki göçebeler arasındaki ilişkiydi. Göçebeler ile kentlerde oturanlar arasındaki karşıtlık, Osmanlı okumuşları için, uygarlığın, kent ile göçebelik arasındaki bir çekişme olduğu ve göçebeliğe ait her şeyin küçümsenmesi gerektiği şeklinde bir kalıp yargı doğurmuştu. Böylece, göçebeler ile yerleşik halk arasında bir kopukluk oluşmuştu.
Merkez-çevre kopukluğunun bir diğer öğesi, merkezin, Osmanlı öncesi soylular sınıfının devamına ve Osmanlılar ile güçlenen taşralı bazı güçlü ailelere karşı olan güvensizlikti.
Bunun yanında Osmanlı taşraları, taht üzerinde hak iddia edenler için oldukça elverişli yerler durumundaydı ve çevre, ayaklanmaların çıkış noktası yerine gelmişti. Taşra ayrıca, baş eğmez din sapkınlığının da fesat yuvası durumundaydı.
Bütün bunlar, merkezin göz yummak zorunda kaldığı bir yerelcilik temeli üzerinde ortaya çıktı. Çünkü Osmanlının toplumsal yönetim şekli, başa çıkılamaz örgütlenme işleriyle karşı karşıya kalmıştı. İmparatorluk genişledikçe Osmanlılar, karşılaştıkları yeni toplumsal kurumlarla, yerel törelere yasallık tanıyarak ve etnik - dinsel - bölgesel özelliklere yönelik ve merkezsel olmayan bir uzlaşma sistemini pekiştirerek baş ettiler. Bu yarı özerk toplumsal gruplar arasında, kendi dini liderleri tarafından denetlenen gayrimüslim topluluklar da vardı. Böylece, genel ve bütünsel anlamda, merkez ile çevrenin birbiriyle çok gevşek bağlar içinde bulunan iki ayrı dünya olduğunu söyleyebiliriz. Bu yapı, Sultan ve resmi görevlileri ile Anadolu’nun parçalı yapısı arasında ortaya çıkan karşıtlıktan oluşan Osmanlı düzenine yönelik temel sorunlardan biridir.
Resmi görevliler ile çevre, bazı simgesel farklılıkları yanında ayırt edici statü özellikleri dolayısıyla da ayrılıyordu. Resmi görevlileri ayırt eden temel özellik, bunların çoğunun gayrimüslim gruplardan alınıp toplanmasıydı. Bu şemada sadık bürokratları temsil eden resmi görevliler, hanedanın amaçlarının yerine getirilmesine kendini adayan kimseler olarak ortaya çıkıyordu.
Resmi görevliler ile çevre arasındaki ayrımın temelleri, ekonomik değişkenlerde de görülüyordu. Resmi görevlilerden vergi alınmıyor ve bunların servetleri en zengin tüccarlardan aşağı kalmıyordu. Böylece, miras yoluyla iş başına gelmiş resmi görevli ile özgür doğmuş Müslüman’ın tüm yaşam biçimleri arasında bir karşıtlık ortaya çıkıyordu.
Çevrenin dağılmışlığına oranla yönetici sınıf olağanüstü derli topluydu ve her şeyden önce de bir kültür olgusuydu. Buna karşılık çevre, resmi düzenin okumuş ve yetişmiş üyelerinin yararlandığı eğitim kurumlarının ancak birinden, yani dinsel öğretim kurumlarından yararlanabiliyordu. Bundan ötürü çevre, büyük çeşitlilik gösteren biçimde kendi karşıt kültürünü geliştirmişti. Ama, kültür bakımından ikincil bir statüye sahipti.
Yerel olarak güçlü aileler ile benzeri çevre kuvvetleri, merkezin resmi görevlilerini, tarım artı ürünü ile diğer ekonomik kaynaklardan en büyük payı koparmak amacında olan rakipler olarak görüyordu.
Çevrenin ekonomik ve toplumsal yaşamına devletin zorla el atmasına karşı çıkanlar, yerelcilik- bölgecilik ve heterodoks dini inanç olarak karşıt bir tavır ortaya koydular. Bu “temel grup”ların hepsi, memura kötü gözle yaklaşmaktaydılar.
Osmanlı “çevre”sinin merkezden yabancılaşmasının yeni bir kentsel biçimi de, Patrona İsyanı şeklinde İstanbul’da 1730’da ortaya çıktı. Burada, İstanbul esnafı ile zanaatkarlarından, loncaları aracılığıyla askeri bir sefere büyük ölçüde maddi katkıda bulunmaları istenmiş, ancak sarayın beceriksizliği yüzünden bu istek başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
I) “Devletçi - Seçkinci”lere Karşı “Gelenekçi - Liberal”ler:
Bu, Türk siyasal yaşamında sınıfsal ilişkilerin iç içe girdiği iki karmaşık cephedir.
Devletçi-seçkinci cephe, Batılılaşma düşüncesi merkezinde ortaya çıkmıştır. İmparatorluğun aydın kesimini de temsil eden merkezi bürokrasi, bu cephenin hem yaratıcısı hem de önderi olmuştur. Bürokrasi, toplumda “kendiliğinden oluşan” başka sınıfların desteğinden yoksun olduğu için, devletin gücüne dayanarak bütün yenilikleri kendisi oluşturmuştur. Devletçilikleri, Osmanlı toplumunda sosyo-ekonomik ve siyasal değişmeye önderlik edebilecek güçlü sosyo-ekonomik sınıfların yokluğuna bağlıydı. Diğer yandan, halkı güdülecek bir sürü gibi gören Osmanlı saray geleneğinin bir uzantısı olan seçkincilik yaklaşımlarının iki temeli vardı. Birincisi, Osmanlı bürokrasisi, kendi içine kapanmış ve bir sınıf niteliğine bürünmüştü. İkincisi de, bürokrasinin bu eğilimi boynu eğik kitleler tarafından pekiştiriliyordu.
Devletçi-seçkinci cephenin genel nitelikleri şunlardı:
· Baskıcı bir tutum içindeydiler. Halktan gelecek desteği yok sayıyor ve istemiyorlardı. Bu paralelde, düşüncelerini halka rağmen uygulamak istiyorlardı.
· Batı tipi toplum modeline inanıyorlardı.
· Ekonomik etkinliklerin yanında, toplumsal ve kültürel yaşamın da devlet tarafından denetlenmesinden yanaydılar. Bu nedenle kendilerine, “devrimci” ya da “ilerici” gibi adlar takmışlardı. Başardıkları tek şey ise, halkın devlete tümüyle yabancılaşması oldu.
Gelenekçi-liberal cephe, devletçi-seçkinci cepheye bir tepki olarak doğdu. Liberalizmleri, ekonomik ve siyasal eğilimleri yansıtmaktaydı. Kişinin hak ve özgürlüklerini kısıtlamasından dolayı, devletin baskıcı bir şekilde siyasal yaşamı denetlemesine karşı çıkıyorlardı. Gelenekçi yapıları ise, Batılılaşma yönünde topluma baskı ile benimsetilmek istenen yeniliklere karşı bir direniş olarak biçimlenmişti. Bu yapı, Osmanlıların İslam ve derebeyi benzeri yarı feodal kültürlerinin bir karışımını yansıtıyordu. Devletçi-seçkinci cepheye karşıt olarak ortaya çıktıklarından, Batı’da birbirine karşıt iki eğilimi ortaya koyan gelenekçilik ile liberalizm, bu cephe içinde birlikte gelişti.
Gelenekçi-liberal cephenin genel nitelikleri şunlardı:
· Bürokrasinin büyük merkezi gücüne karşılık, yönetimin adem-i merkeziyet ilkesine göre düzenlenmesinden yanaydılar.
· Kendilerini halkın gerçek temsilcisi olduğunu savunuyorlardı.
· Topluma sunulan yenilikleri engellemek için, İslam dinini bir araç olarak kullanmışlardır. Böylece kendilerini, İslam dininin koruyucusu ve Osmanlı geleneğinin takipçisi saydılar.
· Tek yapabildikleri ise, devletçi-seçkinci cepheye karşı ayaklanıp, sürekli ezilmek olmuştur.
Bunların yanında, bazı ortak nitelikleri de vardı:
· Her iki cephe de tutarlı bir ideolojiden yoksundu.
· Sağlam bir ekonomik görüşleri ve yaklaşımları yoktu.
· Her iki cephe de, kapsadıkları gruplar bakımından tutarlı değildi. İçlerinde, zaman zaman birbiriyle çatışan fraksiyonlar söz konusuydu.
· İdeolojik gelişmeleri ile ortaya çıkmakta olan yeni sosyo-ekonomik sınıflara karşı tutumları ve bunlarla ilişkileri, tutarlı bir gelişim çizgisine sahip değildi.
· Birbirlerine karşı şiddet kullanma eğilimindeydiler.
II) OSMANLILARDA SİYASET:
Bir siyasal parti olarak nitelenebilecek ilk siyasal örgüt, 1865’de kurulan “Genç Osmanlılar” örgütüydü. Padişahın baskısına karşı çıkmaları ve ilk Anayasayı yürürlüğe koymaları, “devletçi-seçkin”lerin bir başarısıydı.
İttihat ve Terakki Komitesi:
Abdülhamid’e karşı savaşan gizli siyasal örgütler içinde en güçlü olanıydı. Ancak kurucuları tutarlı bir ideolojiye sahip olmadıkları için, dönem verimsiz ve anlaksız siyasi kavgalarla geçti. “Devletçi-seçkinci” cephenin bu temsilcileri, şiddet ve baskı ile birlikte anıldılar. Çünkü temel amaçları İmparatorluğu kurtarmak olduğundan, özgürlük onlar için bir anlam taşımıyordu.
1908 seçimlerinde karşılarına çıkan tek parti olan Ahrar Fırkası ise, “gelenekçi-liberal” cephenin ilk örneğiydi. Ayrıca, seçimler sırasında sol kanat da bir varlık gösteremedi. Daha sonraları ise, İttihat ve Terakki’nin diktatörlük kurduğu dönemde, bütün sol akım ve eylemler yasaklandı.
“Gelenekçi-Liberal Cephe”
İttihat ve Terakki, Batılılaşma yörüngesinde ilerici olarak adlandırılan düşünceleri temsil ettiğinden, kendisine karşı olan tepkiler de dinci akımlar biçiminde ortaya çıktı. Bu örgütlerden biri olan, Batılılaşma karşıtı ve İmparatorluğun kurtuluşunu “Şeriat”te gören “İttihad-ı Muhammedi”, 31 Mart Ayaklanmasını düzenleyecek kadar organize olmuştu.
Ancak, İttihat ve Terakki’ye karşı direniş 1911’de örgütlendi ve karşıt grupların birleşmesiyle “Hürriyet ve İtilaf Fırkası” kuruldu. Bundan tedirgin olan İttihat ve Terakki ise, Meclis’i dağıtarak yeniden seçimlere gitti ve kanun dışı bütün yolları da kullanarak seçimleri kazandı.
Bunun sonrasında, 1912 yılında subaylar arasında “Halaskar Zabitan Grubu” adı altında yeni bir karşıt grup kuruldu. Bu grubun çabaları sonrasında, İttihat ve Terakki’nin iktidarı denetleme imkanları ortadan kaldırıldı. Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın önderliğinde seçimleri kazanarak İttihatçılar’ın çoğunlukta olduğu Meclis’i dağıtan bu grup ile “gelenekçi-liberaller” kısa süreli de olsa tam bir başarı sağlamış oluyorlardı.
“Bab-ı Ali” Baskını: “Devletçi - Seçkinler”in Darbesi
Bu dönemde, Balkan Savaşı yenilgisi ile hükümet gözden düşerken, İttihatçılar siyasi gücü yeniden ele geçirdiler. Enver Paşa önderliğindeki küçük bir İttihat'ı’ grubu, hükümetin toplantıda bulunduğu “Bab-ı Ali”yi bastı ve Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürüldü. Kabine, İttihatçılar’ın isteği doğrultusunda yeniden oluşturulurken, İttihat ve Terakki bütün karşıt grupları ortadan kaldırarak diktatörlüğünü ilan etti.
Balkan Savaşı’nın Sonu: “Devletçi-Seçkinciler” İçin Başarı
Hükümet darbesinin ardından, Balkan Savaşı yeniden başladı ve Edirne Bulgarların eline geçti. Ancak toprak bölüşümü sırasında Balkan ülkelerinin anlaşmazlığa düşmesiyle saldırıya geçen Enver Paşa önderliğindeki Osmanlı orduları, Edirne’yi geri aldı. Bunun sonucu, Enver Paşa’nın yıldızının giderek parlaması ve İttihatçılar’ın da tek söz sahibi haline gelmeleri oldu.
İttihat ve Terakki döneminde belirgin düşünce akımları, Batılılaşma ve milliyetçiliktir. Ancak, toplum yapısı milliyetçiliğin ardında yatan sosyo-ekonomik değişimi yaşamadığından ve Batılılaşma da siyasi güdümlemeler yoluyla uygulanmaya çalışıldığından, her iki düşünce akımı da tutarlı bir ideolojiye sahip değildir.
“İttihatçı” Dönemin Olumsuz Sonuçları:
İttihat ve Terakki tarafından kullanılan siyasal yöntemler, korkutma/ baskı altında tutma/ adam öldürme ve darbe yapma gibi şiddete dönük eylemlerdi. Padişaha ve karşıt gruplara karşı şiddet uygulamaktan hiç çekinmemişlerdi, çünkü halk desteğinden yoksundular.
İttihat ve Terakki sayesinde, pek çok insanın düşüncesinde anayasacılık / hükümet darbesi / şiddet eylemleri ve Batılılaşma gibi kavramlar birbiri içine girmişti. Bu durum, anayasacılık ve Batıcılık açısından büyük şanslıktı. Bunun ardında, “devletçi-seçkinci” grubun toplumsal destekten yoksun olması yatmaktadır.
İttihatçı dönemin kötü örnekleri, 1950’li yıllarda da devam eder. DP’nin Cumhurbaşkanı Bayar, eski bir ittihatçı olarak Menderes Dönemi ile İttihat ve Terakki Dönemi arasında organik bağlantıyı sağlamaktadır. İki dönem arasındaki köprü görevini Tek Parti Dönemi yaparken, DP’yi iktidardan düşüren 1960 İhtilali de bu anlayışın bir uzantısıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu yaklaşımı, İttihatçı dönemde biçimlenmiştir. Çünkü, padişah egemenliğini paylaşmak isteyen asker ve bürokratlar, bunu “anayasacılık” adına yapmaktadırlar.
III) CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA SİYASET:
Mustafa Kemal İhtilalinin (Bağımsızlık Savaşı ve Atatürk Devrimleri) siyasal örgütlenişi, “Müdafa-i Hukuk Cemiyeti” ile başladı ve bunlar Sivas Kongresi’nde birleştirildi. Böylece tarihte ilk kez, “devletçi-seçkinler” yerel önderler ile işbirliği yapıyorlardı.
Birinci Mecliste Gruplar:
Birinci Meclis çeşitli gruplardan oluştu. Bu gruplar, Mustafa Kemal’in rahat çalışmasını önlüyordu. Bunun üzerine, “devletçi-seçkinler”in Meclis üzerinde denetimini sağlamak üzere “Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Meclis Grubu” kuruldu.
Bunu, Padişaha karşı ve cumhuriyetin kurulmasına yönelik bir eylem olarak kabul ederek Atatürk’ün diktatörlüğünden çekinen karşı cephe “İkinci Grup”u oluşturdu. “Gelenekçi-liberal” cepheyi oluşturan bu grup, Sultanlık ve Halifelik ile simgelenen eski toplumsal-siyasal düzene bağlıydı.
İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi
Düşman ülkeden tümüyle kovulduktan sonra, yeni seçimlere gidildi. Bu seçimlerde, Atatürk’e karşı olan “İkinci Grup” elendi. Çünkü seçime katılacakların listesi, Atatürk tarafından bizzat denetleniyordu.
Bu “devrim meclisi”, Lozan Antlaşması’nı onayladı ve Cumhuriyet’i kurdu. Bunlar, aralarında Atatürk’ün en yakın arkadaşlarının da bulunduğu, Meclis’in tutucu üyelerini tedirgin etti. Bunların arasında, hem ordu komutanlığını hem de mebusluğu birlikte yürütenler vardı. Huzursuzluklar üzerine Atatürk, onları askerlik ile siyaset arasında bir seçim yapmaya zorladı. Bunun üzerine komutanlar, siyaseti seçerek ordudaki görevlerinden ayrıldılar ve bir süre sonra da siyasi bir parti kurdular.
“Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka” : Gelenekçi - Liberal Cephenin Partisi
Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından Ali Fuad Cebesoy’un genel sekreteri olduğu parti, 17 Kasım 1924’de kuruldu. Liberal bir nitelik taşıyan parti, programında “dinsel inançlara saygılı” olduğunu belirtiyordu. “Gelenekçi-liberal” cephe tarafından kurulan parti, hem Atatürk’e hem de onun fikirlerine karşıydı. Cebesoy bir konuşmasında Cumhuriyet Halk Fırkası’nı, “açık bir fikri olmayan inhisarcı bir siyasal grup” olarak niteliyordu. Bu durumu Atatürk, Nutuk’ta, T.C.F.’yı kendisine ve Cumhuriyet’e yönelmiş büyük bir suikast olarak nitelemektedir.
“Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka”nın Sonu: Kürtlerin Başkaldırması
Doğu illerindeki Kürt başkaldırısı (Şeyh Sait İsyanı); “devletçi-seçkinciler” tarafından, devrimlerin topluma zorla kabul ettirilmesi için uygulanacak yöntemlerin bir gerekçesi olarak kullanıldı. Ayaklanmaya katılanların yargılanması için, olağanüstü yetkilerle donatılmış “İstiklal Mahkemeleri” kuruldu. T.C.F.’nın yerel şubeleri, ayaklanmayı destekledikleri gerekçesi ile bu mahkemeler tarafından kapatıldı. Ankara İstiklal Mahkemesi ise, Hükümete, partinin tümüyle kapatılmasını öğütledi. T.C.F., karşı devrimci nitelik taşıdığı gerekçesiyle kapatıldı.
Halk Fırkası’na karşı çıkmak, Atatürk İhtilaline karşı çıkmak demekti. Şeyh Said Ayaklanması, “devletçi-seçkinler”e, “gelenekçi-liberal” cephenin temsilcisi olan partiyi kapatmak için aradıkları imkanı verdi. Atatürk Devrimlerinin en önemlilerinden olan “medeni yasa”nın kabulü, “tekke” ve “zaviyeler”in kapatılması gibi yenilikler, İstiklal Mahkemeleri’nin gölgesinde bu dönemde yapıldı.
T.C.F.’sı kapatıldıktan bir yıl sonra, partinin önderleri, Atatürk’e karşı düzenlenen “İzmir Suikasti”ne karıştıkları gerekçesi ile İstiklal Mahkemesi’ne verildiler. Ancak mahkeme sonunda kanıtlar yetersiz olduğu için salıverildiler. Aslında suçları, Atatürk’ün artan gücünü ve devrimlerin hızını eleştirmekti. Bu suçlarının cezasını da, Atatürk’ün ölümüne kadar etkin siyasetin dışında bırakılarak ödediler.
IV) Serbest Fırka Denemesi: Devletçi-Seçkinciler Tarafından Yapılan Bir Güdümleme
1923-30 arası dönem, “devletçi-seçkinciler”in yeni atılım ve devrimleriyle doludur. 1930 ayrıca cumhuriyet için bir dönüm noktasıdır. Artık devrimlerin önemli bir kısmı tamamlanmış ve dünya ekonomik bunalımı Türkiye’yi etkilemeye başlamıştı. Bu iki gelişmenin sonrasında, izlenecek ekonomik program tartışmaları tartışılmaya başlanmıştı. Atatürk’ün “Serbest Fırka” yoluyla yapmayı denediği demokrasi tecrübesi, bu iki gelişimin ışığında değerlendirilmelidir.
Birinci gelişme oldukça açıktır. Devrimlerin çoğu, Batılılaşma yönünde ve devlet eliyle, tepeden inme uygulamalar olarak gerçekleştirilmiştir. İkinci gelişme ise, dünya ekonomik bunalımının cumhuriyetin ekonomik sorunlarını katlaması şeklinde ortaya çıkmıştır. Karşılaşılan ekonomik güçlükler, yeni bir yaklaşım gerektiriyordu.
Cumhuriyetçi Serbest Fırka, bu koşullar altında Atatürk’ün isteği ile doğdu. T.C.F., Atatürk’e ve onun düşüncelerine karşı kurulmuştu. Serbest Fırka önderleri ile Atatürk arasında ise, ne kişisel ne de ideolojik bir çatışma vardı. Partinin kurucusu ve önderi, Atatürk’ün yakın arkadaşı Fethi Okyar’dı. Kişilik olarak, İsmet Paşa’dan daha liberal bir yapıya sahipti.
Atatürk’e yazdığı bir mektupta, ülkenin ekonomik durumunun doyurucu olmaktan uzak olduğunu belirtiyor ve bu durumdan tek parti yönetimini sorumlu tutuyordu. Aynı zamanda, karşıt bir parti kurma konusunda Atatürk’ün düşüncelerini soruyordu. Atatürk ise bu mektuba, “laiklik” ve “cumhuriyetçilik” ilkelerinin korunması şartı ile olumlu bir cevap veriyordu.
Atatürk başlangıçta her iki parti arasında da tarafsız kalacağını belirtmişse de; daha sonra Fethi Bey’e yazdığı mektupta bir yanlılık belirtisi olarak, cumhurbaşkanlığının sona ermesinin ardından Halk Fırkası’nın başına geçebileceğini belirtiyordu. Bu yaklaşım, Cumhuriyet Halk Fırkası ile Atatürk arasındaki tarihsel ve ideolojik bağlar düşünüldüğünde normal olarak karşılanmalıdır.
Serbest Fırka’nın resmen kuruluşu, 12 Ağustos 1930’da tamamlandı. Oldukça “liberal” olan partinin programında, devlet tekellerinin kaldırılması, vergilerin düşürülmesi ve düşünce özgürlüğü gibi maddeler bulunuyordu. Atatürk, milli bir burjuvazi oluşturmanın yolunu ararken, liberalizm ile devletçiliği, birbirinin yerine geçebilecek iki ayrı tutarlı yol olarak denemeye karar vermişti.
“Serbest Fırka”nın Kapatılışı
Halk Fırkası önderlerinin bir yurt gezisinden sonra, Serbest Fırka, başkaldırıyı / gericiliği ve cumhuriyet karşıtlığını desteklemekle suçlandı. Çünkü tek parti yönetiminden bunalmış olan halk, Serbest Fırka yöneticilerine büyük bir ilgi ve bağlılık göstermişti. Bunun yanında, Atatürk devrimlerinin karşısında olan güçler de, gerek basında gerekse yerel toplum düzeyinde S.F.’yı açıkça desteklemekteydiler. Bunun sonucunda, parti yöneticileri ile Atatürk arasındaki gerginlik her geçen gün daha büyüdü.
Yerel seçimler bu hava içinde, 23 Eylül 1930 tarihinde yapıldı. Örgütlenmesini henüz tamamlamamış olan S.F., Samsun dışında hiç bir yerde seçim kazanamadı. Valiler ve yöneticiler, her yerde H.F.’nın kazanmaması için halk üzerinde yoğun baskılar yapmışlardı. Ayrıca, seçimler öncesinde Atatürk her iki parti karşısında da tarafsız kalacağını belirtmiş, adının her iki parti listesinin de başında yer alması kararlaştırılmıştı. Her iki partinin listeleri de, yine Atatürk tarafından düzenlenecekti. Fakat “blok” olarak adlandırılan bu öneri, hükümet ve C.H.F. tarafından şiddetli bir direni ile karşılaştı. Bunun üzerine, Atatürk’ün sadece C.H.F.’nı destekleyeceği duyuruldu. Bu gelişmeler üzerine, üzerine siyasal gerilim giderek daha da arttı. Bunun üzerine Atatürk, demokrasi denemesinin durdurulmasına ve S.F.’nın kapatılmasına karar verdi.
Serbest Fırka Denemesinin Değerlendirilmesi
Serbest Fırka’ya yönelik genel değerlendirme, Atatürk’ün karşıtlarını belirlemek için böyle bir oyun oynadığı şeklindedir. Bu aşamada ortaya çıkan sonuçlar şunlardır:
Birincisi, C.H.F. Atatürk tarafından yalnızca Meclis’te disiplin sağlamak için değil, aynı zamanda devrimleri halka benimsetmek için bir eğitim örgütü olarak kurulmuştur.
İkincisi, 1930’lu yıllarda yeni bir anlayışa gereksinim duyulmuştur. Devrimlerin çoğu gerçekleştirilmiş, ancak bunların halk kitlelerine kabul ettirilebilmesi için, ne tutarlı bir ideoloji ne de örgütsel çabalar ortaya konulmuştur.
Üçüncüsü, ülkenin ekonomik durumu, gerek dünya ekonomik bunalımı gerekse içteki yetersizlikler sonunda parlak değildir.
Dördüncüsü, değiştirilen toplumsal yapıya yöneltilen eleştirilerin artmış olmasıdır. Fakat devrimi yapan kadrolar henüz iktidarda olduğundan, bu eleştiriler karşı devrimci eylemler olarak yorumlanmıştır.
Serbest Fırka denemesi bu gerçekler ışığında ele alındığında, Atatürk’ün C.H.F.’na karşı başka bir partiyi desteklemeye niyeti olmadığı açıktır. Bunun yanında, Meclis içinde ve dışında gelişmekte olan karşıt eğilimleri, en yakın arkadaşlarından birinin liderliğini yaptığı bir parti yoluyla denetlemek isteğindedir.
Serbest Fırka’nın önünde iki yol vardı. Birinci yol, S.F.’nın toplumda biçimlenen eleştirileri Atatürk’ün düşünceleri doğrultusunda yönlendirmesiydi. Böylece parti, “yapıcı muhalefet” görevini yerine getirmiş olacaktı. İkinci yol ise, S.F.’nın toplumda biçimlenen eleştirileri daha da belirginleştirerek, karşıt görüşte olan kişileri ortaya çıkarmasıydı. Bu yol, partinin kapatılmasına, karşıt düşüncelerin ezilmesine ve halk kitlelerinin Atatürk devrimlerine uygun olarak eğitimi için yeni önlemler alınmasına gidecekti. Partinin kuruluşundan sonra olaylar ikinci yolda gelişti ve parti üç ay sonra kapatıldı.
Serbest Fırka denemesi, “devletçi-seçkinler”in, güdümlü bir demokrasi yoluyla “gelenekçi-liberal” düşünceleri denetleme çabasıydı. Fakat, iktidarda bulunan “devletçi-seçkinciler”, güdümlü bir karşıtlığı bile kabul edebilecek hoşgörüden yoksun olduklarından bu deneme yürümedi. Serbest Fırka denemesinin başarısızlıkla bitmesi, kuramsal olarak çok sözü edilen halk desteği kavramının somutlaştırılmasını da suya düşürdü.
S.F. denemesinden sonra, C.H.F. kendine çeki düzen verdi ve geniş bir siyasal kitle eğitimi ile Kemalist ideolojinin resmen geliştirilmesine başladı.
V.) ÇOK PARTİLİ DÖNEM:
Çok partili demokrasiye geçiş, hem iç hem de dış gelişmelerin bir sonucudur.
Atatürk’ün ölümüyle yerine Cumhurbaşkanı olan İnönü, Atatürk’ün liderlik özelliklerine sahip olmadığı için, düzeni sağlayabilmek için toplumsal / siyasal ve hukuksal denetimleri sıkılaştırdı. Bu ortam içinde, grevler yasaklandı / ortak çıkarlara dayalı örgütlerin kurulması yasa dışı hale geldi / basın tam bir denetim altına alındı ve polise olağanüstü yetkiler tanındı. Ayrıca, devlet ve parti özdeşliği de, devlet yöneticilerine parti görevleri verilerek pekiştirildi.
Bu gelişmeler, iki seçenekten biriyle son bulacaktı. Ya tek partili düzen hızla baskıcı bir sisteme dönüşecekti, ya da düzenin demokratikleşmesi sağlanacaktı. Gelişmeler, ikinci seçenek doğrultusunda ortaya çıktı.
Çok Partili Düzene Geçişin Ardında Yatan Temel Nedenler:
Demokratikleşme zorunluluğu üç öğe tarafından destekleniyordu:
· Batı dünyasının etkisi. Batı, Türkiye’yi kendi içine kabul etmek için, düzenini demokratikleştirmeye zorluyordu. Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı sonunda baskı rejimlerinin yıkılmış olması da, aynı yönde bir zorlama getiriyordu.
· Halkın tek parti düzenine karşı gösterdiği olumsuz tepki.
· İzlenen devletçi uygulamaların ve savaş ekonomisinin bir sonucu olarak, kapitalist sınıfın belirginleşmesi.
Bu üç öğe bir araya gelerek, Demokrat Parti’yi oluşturdu. Partinin çekirdeği, T.B.M.M.’de “toprak reformu” tartışılırken ortaya çıktı. 1940’lı yılların sonunda büyük toprak sahipleri kapitalistleşme süreci içine girmişlerdi ve yeni gelişmekte olan burjuvazi ile aralarında sosyo-ekonomik ve siyasal birlik oluşmuştu.
14 Mayıs 1945’de T.B.M.M.’de toprak reformu yasası tartışılırken, DP’nin gelecekteki önderleri etkili şekilde karşıt görüş sundular. Aynı grup, bütçe görüşmeleri sırasında da sert eleştirilerini sürdürdüler. Böylece yeni partinin çekirdeği, Meclis’teki tartışmalar sırasında belirginleşti. Ardından bu dört milletvekili tarafından, daha sonraları “dörtlü takrir” adıyla ünlenecek olan önerge parti meclis grubuna verildi. Bu dört milletvekilinden Celal Bayar, siyasi yaşama İttihat ve Terakki Partisi ile girmişti ve Atatürk zamanında İnönü’den sonra başbakanlık da yapmıştı. Ekonomik alanda “liberal” görüşleri ile tanınıyordu. Diğer isimlerden Adnan Menderes, Aydın’da Serbest Fırka’nın yerel örgütünü kuran bir büyük toprak ağasıydı. Tasarının hazırlanmasında ve tartışmalarda, en etkin olan isimdi. Üçüncü imzanın sahibi olan Fuat Köprülü, tanınmış bir tarih profesörüydü. Refik Koraltan da, avukat ve H.P. içinde yöneticiydi.
Demokrat Parti’nin Kurulması
H.P. Meclis Grubu, verilen önergeyi geri çevirdi. Önergenin tartışılması Parti Meclis Grubu’nda kabul edilmeyince, Menderes ile Köprülü, Hükümeti ve Halk Partisi’ni basında açıkça eleştirmeye başladılar. Sonunda, Vatan Gazetesi’ndeki yazılarından dolayı partiden çıkarıldılar. Bu kararı eleştiren Koraltan’ın da parti ile ilişiği kesildi. Bayar ise, basın özgürlüğünün genişletilmesi için verdiği önerge kabul edilmeyince partiden kendisi ayrıldı.
Sonunda, 7 Ocak 1946’da D.P. kuruldu. Partinin programı, gerek ekonomik görüşler gerekse kişisel hak ve özgürlükler yönünden H.P.’den çok daha liberaldi. Aslında bu program, tek parti yönetimine karşı tepki niteliğini taşıyordu.
D.P.’nin kurulması, siyasal düzenin demokratikleşmesi yönünde somut bir adım olduğundan, sosyalistler tarafından da destek gördü. Siyasal liberalleşmeden yana olan sosyalistler, başlangıçta D.P. önderleriyle işbirliği yaptılar. D.P.’liler, solcuların çıkaracağı “Görüşler” adlı siyasi dergide yazı yazdılar.
Belli yasaların değiştirilmesiyle, basın ve üniversite üzerindeki baskılar azaltıldı. Dernekler yasasının değiştirilmesi, sosyalist partilerin de kurulmasına imkan sağladı. İlk olarak Türkiye Sosyalist Partisi, ardından da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kuruldu. Ancak her iki parti, 13 Aralık 1946’da yöneticileri tutuklanarak kapatıldı. Sosyalist partilerin kapatılmasının, dış siyaset ile yakın ilgisi de vardı. Sovyetlerin, Doğu Anadolu ve Boğazlar üzerindeki istekleri, sosyalist partilere karşı izlenen katı siyasetin başlıca nedeniydi.
Bu arada genel seçimler bir yıl öne alınarak, 21 Temmuz 1946’da yapıldı. Böylece CHP, yeni kurulan partinin örgütlenmesini tamamlayamamasından yararlanarak, seçimleri güvence altına almayı amaçlıyordu. Bunun sonucunda DP, kuruluşundan 6 ay sonra seçimlere katılma sorunuyla karşı karşıya kaldı. Yerel örgütlerden gelen baskılar sonucunda, seçimlere katıldılar. Bu CHP için oldukça kaygı verici bir süreç oldu. Çünkü tek parti düzenine karşı bıkkınlık, programı ve görüşleri bilinmemesine rağmen DP’nin geniş halk kitleleri tarafından desteklenmesine yol açmaktaydı.
1946 Seçimleri ve Demokratik Düzene Geçiş Denemesi:
Genel seçimde Meclisteki 465 sandalye için DP ancak 273 aday gösterebilmiş ve bunların da 62’si seçilebilmişti. Ancak seçimlerin dürüst yapılmadığı hakkındaki yakınmalar yaygınlık kazanınca, iktidar bu durumu dile getiren iki gazeteyi kapattı. (Aslanköy Olayı ve Demokrat İzmir Gazetesi Olayı)
Hükümet ile D.P. arasındaki ilişkiler son derece gerginleşmişti. Ancak yapılan baskılara D.P. boyun eğmedi. Başbakan Recep Peker’in oldukça kışkırtıcı bir konuşmasından sonra D.P.’liler, topluca Meclisten ayrıldılar. Bu milletvekilleri ancak, Cumhurbaşkanı İnönü’nün bir daha böyle bir olay olmayacağına yönelik güvencesi üzerine 27 Aralık 1946’da Meclise geri döndüler. Peker Hükümeti D.P.’yi komünist yöntemler kullanmakla suçluyordu.
12 Temmuz Bildirisi: Demokrasinin “Devletçi - Seçkinler” Tarafından Onaylanması:
İnönü gerginleşen durum karşısında işe karışmak zorunda kaldı ve siyasi tarihimize “12 Temmuz Beyannamesi” olarak geçen bildiriyi yayınladı. Burada amaç, karşıt partiye gerekli güvenceleri sağlamaktı. Bu bildiri, demokrasinin gelişimi bakımından bir dönüm noktasıydı. Bildiri, İnönü ile Peker arasında anlaşmazlığa yol açtı ve Peker 9 Eylül 1946’da görevinden ayrıldı. Böylece, D.P. ile Hükümet arasında geçici de olsa bir barış sağlanmış oldu.
Daha sonra D.P. içinde iç çekişmeler başladı. Parti içindeki kimi kesimler, Hükümet ile yakınlaşmadan rahatsız olmuşlardı. Bunun sonucunda bir temizlik başladı ve bundan Menderes başarı ile çıktı. Partiden atılan ve ayrılan siyasetçiler, yeni partiler kurdular. Bunlardan biri de, Mareşal Fevzi Çakmak önderliğinde kurulan Millet Partisi’ydi. Ancak yeni siyasal partilerin kurulması, D.P.’yi Hükümete karşı daha saldırgan bir tutum izlemeye zorladı.
14 Mayıs 1950 seçimleri, D.P.’nin başarısıyla sonuçlandı. Oyların yüzde 53’ünü alan parti, Mecliste sandalye çoğunluğunu sağlamış oldu. Bunun sonucunda, Bayar Cumhurbaşkanı, Koraltan Meclis Başkanı ve Menderes de Başbakan olarak kabineyi kurdular. Bu sonuç paralelinde, Türkiye’de “devletçi-seçkinler”in iktidarı bitiyor ve yerlerine “gelenekçi-liberaller” geçiyordu.
Gelişen ticaret burjuvazisi ile büyük toprak ağaları arasındaki birlik, D.P. eylemini yurt içinde destekleyen öğelerdi. Yurt dışından destek ise, Batı Dünyası ile özellikle Amerika’dan geliyordu.
Demokrat Parti Yönetiminin Temel Nitelikleri:
D.P.’nin ilk ve en önemli niteliği, halkla olan bütünleşmesiydi. Cumhuriyet tarihinde ilk kez halk ve özellikle de köylü, iktidar üzerinde bir güce sahip olduğunun bilincine vardı ve kendini hükümetle özdeşleştirdi. CHP döneminde Hükümet, ya vergi toplayan ya da askere adam çağıran bir güçtü. Bürokrasiye, aydınlara, Atatürk devrimlerine karşı olumsuz tutum, DP’nin halk desteğini sağlayabilmek için başvurduğu çabalardı. Halk, bürokratlar ve aydınlar tarafından uygulanan “devletçi-seçkinci” yaklaşımdan memnun değildi.
DP’nin ikinci niteliği, sivil ve askeri bürokrasi ile aydınlara karşı olumsuz bir tutum içinde olmasıydı. Bu tutumun ardından üç neden yatıyordu. İlki, bu grupların CHP’nin ve DP öncesi dönemin destekçileri olmalarıydı. İkincisi, DP’nin, CHP’nin demokrasiye olan inancına güvensizlik duymasıydı. Üçüncüsü, DP’nin halktan başka egemenlik kaynağı kabul etmemesiydi. Oysa sivil ve askeri bürokratlar ile aydınlar, “halka rağmen, halk için” deyişiyle özetlenen biçimde, Türkiye’yi yıllarca yönetmişlerdi.
DP’nin üçüncü niteliği, gerçek demokrasi ilkeleri yerine, kısa sürede tek parti yönetimine öykünen uygulamalara yönelmesiydi. Çünkü DP’nin kurucuları ve önderleri, tek parti döneminde yetişmiş devlet adamlarıydı. Bu nedenle, kısa sürede karşıt grup ve düşünceleri / CHP’yi / basını / aydınları / bürokrasiyi ve üniversiteyi karşılarına aldılar. Bu kesimi ciddiye almamalarının nedeni, halkın onların görüşlerini desteklemiyor olmasıydı.
DP’nin dördüncü niteliği, Batı dünyası ile ekonomik ve siyasal bütünleşmeye kesin inanç beslemesiydi. Bu, süreç içinde, Atatürk’ün “emperyalizm ile uğraş” ilkesinin ortadan kalkmasına yol açtı. DP, Batı ile bütünleşmek için her fiyatı ödemeye razıydı. Bunun en belirgin örneği, Nato’ya kabul edilmek için Kore’ye asker göndermemizdir.
DP’nin beşinci niteliği, bazı Atatürk devrimlerine karşı olumsuz bir tutum içinde olmasıydı. Bunun nedeni, desteklerini “gelenekçi-liberal” cepheden almalarıydı. Çünkü devrimler, tek parti yönetiminin baskı yönetimi ile özdeşleşmişti.
Demokrat Parti’ye Karşı Direnmeler ve Baskı
DP’yi “gerici” olarak niteleyen devletçi-seçkinciler, kendilerini iktidardan düşüren demokra-tik düzene pek de olumlu bakmıyorlardı. Bu nedenle 1950-1960 arası dönem, iki taraf arasındaki sert tartışmalarla geçti. DP, CHP’ye karşı uğraşta en etkili silah olarak halk desteğini kullandı.
DP’nin TBMM’de sahip olduğu çoğunluk, 1954 seçimlerinden sonra parti yöneticilerini sonsuz bir güç duygusuna yöneltti. Bunun sonucunda da, baskı yönlü uygulamalar başladı. İlk olarak, radyo siyasi partilere kapatıldı ve DP’nin propaganda aracı haline dönüştü. Devlet memurlarının güvenceleri kaldırıldı ve üniversite özerkliği yok edildi. Bir süre sonra da, gazetecilerin tutuklanması ve gazetelerin kapatılması başlandı.
Ekonomik sıkıntılar başlamış ve sınıflar arası ayrılıklar ortaya çıkmıştı. Bu dönüşüm içinde DP, burjuva ve benzeri bir sömürü sınıfının temsilcisi olmakla suçlandı.
DP iktidarının bir baskı yönetimine gitmesi üzerine, bazı milletvekilleri partiden ayrılarak Hürriyet Partisini kurdular. Ardında, kuruculardan Fuad Köprülü de partiden ayrıldı.
1957 Seçimleri
Bu gelişmeler üzerine, DP genel seçimleri bir yıl öncesine aldı. Seçim hazırlıkları, saldırgan bir hava içinde geçti. DP, İnönü’yü iktidar tutkusu ile hasta olarak ilan etmişti. CHP’de seçimi kazanırlarsa, Menderes’i özel mahkemede yargılayacaklarını söylüyorlardı
DP 1957 seçimlerini de kazandı. Fakat oy oranı yüzde 50’nin altına düşmüştü. Bu oy dağılımı, demokrasiyi çoğunluk rejimi olarak gören DP yöneticileri tarafından yenilgi olarak değerlendirildi.
Bu olaylar sürecinde, ekonomik sıkıntılar ve bu paralelde hükümete yönelik eleştiriler de artmaktaydı. Bu tepkiler karşısında DP, kendisine sempati duyanları vatan cephesi adı altında topladı ve baskıları arttırdı. Bunun sonucunda da, CHP ile ilişkiler iyice gerildi ve öğrenci olayları patlak verdi. Bu siyasi tedirginlik karşısında, sıkıyönetim ilan edildi.
VI) 27 MAYIS: “DEVLETÇİ-SEÇKİNCİ” BİR EYLEM
Menderes iktidarına karşı Türk Silahlı Kuvvetleri, 27 Mayıs 1960 sabahı yönetime el koydu. Eylemin belirtilen amacı, demokrasiyi yeniden kurmak ve serbest seçimleri gitmekti. Darbenin herhangi bir gruba ya da kişilere yönelik olmadığı belirtilse de, DP iktidarına karşı olduğu açıktı.
İnönü, DP önderlerini askeri eylem olasılığına karşı defalarca uyarmıştı. Bu da, askeri darbeden önceden haberinin olduğunun bir ispatıdır.
27 Mayıs’ın Gerekçeleri
- DP’nin demokrasiden sapmış olması
- DP’nin kendi yandaşlarına değişik ve ayrıcalıklı işlem yaparak halkı ikiye bölmesi
- DP’nin Atatürk devrimlerinden ödünler vermesi
27 Mayıs’ın Sorunları
Askeri eylemin birinci sorunu, yönetimi el koyma işlemini başarıyla sonuçlandırdıktan sonra, bir önder bulmaktı. Darbenin önderliğine, etkin olarak işlerin içine girmemiş olan Kara Kuvvetleri eski Komutanı Cemal Gürsel getirildi ve darbeyi gerçekleştiren subayların adları uzun süre açıklanmadı.
Ardından 38 subayın adı, “Milli Birlik Komitesi” üyeleri olarak deklare edildi. Komite içinde, farklı eğilimlere sahip üç ayrı grup bulunmaktaydı:
- “Gerçek ihtilalciler” diye adlandırılan birinci grup, uzun süreden beri darbe hazırlığında bulunan kişilerden oluşuyordu. Ancak güçleri sınırlı olduğundan, S.K.’in ortak eylemine katılmayı uygun bulmuşlardı.
- “Müdahaleci Demokratlar” olarak adlandırılan ikinci grup, Milli Birlik Komitesi’nin demokrasiye inanan üyelerinden oluşmaktaydı. Uzun süre iktidarda kalmak yerine, özgür ve dürüst bir ortamda seçimlerin yapılmasını amaçlıyorlardı. Gürsel’in liderliğinde, seri ve etkin bir eylem gücüne sahiptiler.
- “Kararsızlar” olarak adlandırılan üçüncü grup ise, diğer iki grubun da içinde yer almayanlardan oluşuyordu.
Darbeyi izleyen gün İstanbul’dan bir grup hukuk profesörü çağrıldı. Bunlar, DP’nin anayasayı ve demokrasinin ilkelerini bozduklarını ileri sürerek, askeri eylemi meşrulaştırmış oldular. Bunun hemen ardından da, 17 kişilik kabine ilan edildi.
Milli Birlik Komitesi’nin Eylemleri
Darbenin ardından, Hükümet üyeleri ile DP Milletvekilleri tutuklandılar ve yargılanmaları için de Yassıada’da “Yüksek Adalet Divanı” adı altında özel bir mahkeme kuruldu.
Açılan 19 davada, DP önderlerinden 15’i için ölüm cezası verildi ve MBK tarafından mahkemenin oybirliği ile verdiği ölüm cezalarından üçü onaylandı. Hakkında oybirliği ile ölüm cezası verilen Bayar ise, yaşlılık nedeniyle affa uğradı.
Dışişleri eski Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye eski Bakanı Hasan Polatkan 16 Eylül 1961’de, eski Başbakan Adnan Menderes de 17 Eylül’de idam edildi.
İdamları durdurmak için yapılan girişimler bir sonuç vermedi. Gürsel ve bazı subaylar ile MBK’nin bazı üyeleri idamlara karşıydılar. Yabancı ülkeler, temsilcilikleri aracılığıyla girişimde bulundular. Ancak “Silahlı Kuvvetler Birliği”, ölüm cezalarının uygulanmasında direndi ve başta MBK olmak üzere diğer tüm güçlere üstün çıktı. Bütün silahlı kuvvetleri temsil eden SKB, ayrıca MBK’ni denetleme görevi de yapmaktaydı.
MBK daha sonra ordu ile üniversite de reform yaparak, gençleştirme eylemi çerçevesinde Silahlı Kuvvetlerden yaklaşık 5 bin subayı, üniversiteden de 147 öğretim üyesini emekli etti.
Halk desteğine sahip olmadığı için MBK’nin destekçileri; üniversiteler, basın, aydınlar, CHP ve Silahlı Kuvvetlerdi.
Demokrasiye Dönüş: Kurucu Meclis’in Açılması
Komite’nin 14 üyesi, 13 Kasım 1960 tarihinde müdahaleci demokratlar tarafından görevlerinden uzaklaştırıldılar ve her biri ayrı yerlere olmak kaydıyla yurt dışına atandılar. “Ondörtler” olarak siyasi tarihe geçecek bu grup, “Ülkü ve Kültür Birliği” adı altında yeni bir yönetim biçimi oluşturarak, ülkeyi faşist yöntemlerle egemenlikleri altına almaya hazırlanmakla suçlanıyorlardı. Ancak bu grubun asıl amacı, faşist bir yönetim biçimi değil, demokrasiyi geçişi bir süre askıda tutmaktı.
Ardından, Meclis 6 Ocak 1961’de göreve başladı. 29 Ekim de, Meclis’in açılış tarihi olarak belirlendi. Bu paralelde, demokrasiye geçiş süreci başlamış oluyordu.
“Milli Birlik Komitesi” ve Siyasal Partiler
MBK, DP kadar olmasa da yine CHP’ye karşı da olumsuz bir tavır sergilemekteydi. Çünkü Silahlı Kuvvetler, sivil siyasetçilere inanmıyor ve güvenmiyorlardı.
27 Mayıs’tan sonra yapılacak seçimler CHP’ye açık bir başarı getirecek olmasına rağmen, seçim tarihi 1961 Ekimine kadar uzatıldı. Böylece Adalet Partisi ile Türkiye Partisi’ne, DP’li seçmenlerin oylarını alabilmeleri için örgütlenme olanağı tanındı.
Bunun da üç nedeni bulunmaktaydı:
· Komite üyelerinin yansızlıklarını korumak istemeleri ve CHP’nin temsilcisi durumuna düşmekten kaçınmaları.
· İnönü’nün tarihsel kişiliği ile “Komite”yi rahatça etkileme olanağına sahip bulunması olasılığı ve böylece darbenin sivil siyasetçilerin denetimine girmesini önleme gayretleri.
· Silahlı Kuvvetlerin, ülkenin geri kalmışlığının sorumlusu olarak sivil siyasetçileri görmeleri.
Bu nedenlerle “Komite”, iktidarı sessizce CHP’ye devretmek istemiyordu.
Başkanlığına emekli Genelkurmay Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın getirildiği Adalet Partisi ile Yeni Türkiye Partisi, eski DP’lilerin oylarına yönelik olarak, kurulmaları “Komite”ce desteklenen partilerdi. Böylece DP oylarını toplayacak parti “Komite” nin denetiminde olacak; bunun sonucunda da, hem DP’lilerin intikam almaya yönelik girişimleri hem de yeniden demokratik olmayan eğilimlerin ortaya çıkması engellenmiş olacaktı.
Yeni Anayasa: Çoğunluğun Baskısına Karşı Güvence
Anayasa, 9 Temmuz 1961’de halk oylamasına sunuldu ve seçmen çoğunluğunca onaylandı. Yeni anayasaya göre:
· MBK üyeleri, yaşamları boyunca “Tabii Senatör” olarak Senato üyeliğine atanmış oluyorlardı.
· Üniversitelere, radyo ve basına özerklik getiriliyordu.
· Seçim yasası, çoğunluk sisteminden “nisbi temsil” sistemine geçişi sağlayacak biçimde değiştiriliyordu.
1924 Anayasası ile 1961 Anayasası arasında iki önemli fark söz konusuydu:
· 1924 Anayasası, padişah egemenliğine karşı yapılmış olduğundan, bütün güçler Atatürk’ün elinde toplanmış ve “ulusal egemenlik” kavramına ağırlık verilmişti. Kuramsal olarak egemenlik ulusun idi, ancak uygulamada egemenlik sadece Atatürk’ündü. Bu nedenlerle, Meclis’te çoğunluğa sahip olan partinin anti-demokratik uygulamalarına karşı 1961 Anayasası, Meclis ile Hükümetin yetkilerine ortak olacak kurumlar getiriyordu.
· Ekonomik etkinlikler açısından, 1924 Anayasası daha liberal bir yaklaşım sergilerken, 1961 Anayasası çok daha devletçi idi. “Kapitalizme dönük liberal devlet” anlayışı yerine, “sosyal refah devleti” anlayışı getirilmiş oluyordu.
1960’dan Sonraki Askeri Eylem Girişimleri
Seçimler 15 Ekim 1961’de yapıldı ve seçim sistemindeki değişiklik nedeniyle en çok oyu alan CHP dahil hiçbir parti tek başına iktidar olamadı.
26 Ekim’de yeni Meclis, Gürsel’i Cumhurbaşkanı ve İnönü’yü Başbakan olarak seçerken, CHP ile AP ortak hükümeti de 20 Kasım’da kuruldu.
Ancak Silahlı Kuvvetler içindeki kimi subaylar, 21 Ekim’de bir protokol imzalayarak, yeni Meclis toplanmadan önce eyleme geçme kararı vermişlerdi. Eylemin amacı “İktidarı, milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi etmekti.” Fakat Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay bu düşünceye katılmadı ve protokolden haberdar olan İnönü de kesinlikle askeri bir darbeye karşı çıkacağını bildirdi. Protokolü imzalayanlar, tutarlı bir program ile ideolojiden yoksun olduklarından ve ortada da bir darbe gerekçesi bulunmadığından darbe ertelendi.
Darbe için bir gerekçenin bulunmaması, Silahlı Kuvvetlerin ilan ettikleri 4 gerekçe içinde iyice belirginleşiyordu:
· Cumhurbaşkanı olarak Gürsel seçilecek,
· Emekli edilen subaylar yeniden görevlerine dönemeyecekler,
· Emekli edilen öğretim üyeleri yeniden üniversitelere dönemeyecekler,
· DP’nin hüküm giyen üyeleri bağışlanmayacaklar.
Bunlardan ilk üç madde kabul edilmesine rağmen, eylemci subaylar niyetlerinden vazgeçmediler
Tamamen kişisel çıkarlara yönelik olan bu girişim Talat Aydemir başkanlığında, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde iki kez darbeye yöneldi. Ancak Silahlı Kuvvetler bu darbelere destek vermeyince başarısız olundu. Aydemir ilk darbe girişim sonunda affedildiyse de, ikinci girişimin ardından 5 Temmuz 1964’de asıldı.
İnönü Ortak Hükümetleri: Düzenin Sivilleştirilmesi
Sağ kanatta yer alan “gelenekçi-liberal” AP ile sol kanatta yer alan “devletçi-seçkinci” CHP arasındaki temel ayrılıklar, ortak hükümetin daha fazla sürdürülmesini olanaksız kılıyordu. Eski DP’lilerin bağışlanma tarihi hakkındaki tartışmalara, iki parti arasındaki sosyo-ekonomik uzlaşmazlıklar da eklenince ortaklık bozuldu.
İnönü’nün başbakanlığındaki ikinci ortak hükümet, CHP-YTP-CKP ve Bağımsızlar arasında 25 Haziran 1962’de kuruldu. İlk Beş Yıllık Kalkınma Planı ile işçi hakları bu hükümet zamanında kabul edildi. Eski DP’lilerin bir kısmı da bağışlandı. Ancak aradaki görüş ayrılıkları ve yapılan yerel seçimlerde YTP ile CKP’nin AP lehine oy kaybetmeleri sonrasında, bu iki parti hükümetten çekildi ve İnönü kabinesi 2. 12. 1963’de görevden ayrıldı.
1961 seçimlerinden sonraki üçüncü hükümet, CHP ve Bağımsızlar ortaklığında İnönü tarafından kuruldu. Bu hükümeti dışardan destekleyen YTP, bunun bedelini içindeki sağ görüşlü üyelerinin partiden ayrılmaları ile ödedi. Bu dönemde, ünlü Johnson Mektubu olayı meydana geldi. 7 Kasım 1964’de yapılan Senato üçte bir yenileme seçimlerinde AP büyük başarı kazandı ve DP’lilerin geri kalanları da bağışlandılar. Bu arada, 16 Kasım 1964’de Genelkurmay Başkanı tarafından Başbakan ile Meclis Başkanı’na gönderilen mektuplarda, AP’ye karşı uyarı yapılıyordu. Bu dönemdeki diğer bir gelişme de, seçim sisteminin “ulusal artık” yöntemi eklenerek değiştirilmesiydi. Türk siyasal yaşamını iki partinin egemenliğinden kurtarma hedefi güden ve küçük partileri güçlendirmeyi hedefleyen bu sistemde asıl amaç, sürekli güçlenen AP’nin önünü kesmekti.
İnönü Hükümetlerinin Sonu: Demirel’in Yükselişi
29 Kasım 1964’de Demirel’in AP Genel Başkanlığına seçilmesiyle, parti eski DPoylarını etkili olarak kullanmaya başladı. Eski Genelkurmay Başkanlarından Ragıp Gümüşpala’nın önderliği, askerleri pek fazla sevmeyen halk ile partinin bütünleşmesini önlüyordu. Partinin gücünü göstermek için İnönü’ye karşı bir gövde gösterisi düzenlendi; AP diğer partilerle anlaşarak, hükümetin 1965 yılı bütçesini Meclis’te geri çevirdi ve İnönü görevinden ayrıldı.
Yeni hükümet, Bağımsız Senatör Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında “gelenekçi-liberal” cepheyi oluşturan dört sağcı parti arasında kuruldu. Ancak seçimlere 8 ay kaldığından bu sadece staj oldu.
1965-73 arası dönemde, yeni temeller üzerindeki kapitalist gelişmeler, topluma ve ekonomiye yeni boyutlar kazandırdı. 1960’larda burjuvazi yeterince gelişmiş göründüğünden, 1961 Anayasası’nın getirdiği kurumlar yoluyla işçi sınıfının gelişimi devlet eliyle gerçekleştirildi. Bu, ülkenin, Batı nitelikli sınıflı topluma geçişinin göstergesiydi.
Sonuç olarak, bu noktaya güdümlü değişmeler ile sözde “doğal” gelişmelerin etkileşimi ile gelinmişti. Devletçi-seçkincilerin yönetim dönemleri güdümlü değişmeleri, gelenekçi-liberallerin yönetim dönemleri ise bunlara karşı tepkilerin oluşturduğu sözde “doğal” gelişmeleri simgeliyordu. Sınıflı toplum aşamasına da, bu yoğun karşılıklı etkileşim ile gelinmişti.
VII) TÜRK SİYASAL YAŞAMINDA ŞİDDET EYLEMLERİNİN GELİŞMESİ
Genel seçimler 10 Ekim 1965’te yapıldı ve AP çoğunluğu elde etti. Bu başarının ardındaki öğelerden biri, seçmenlerin bu partiyi DP’nin uzantısı olarak görmeleriydi; diğer öğede, 27 Mayıs eylemi ile idamlardan CHP’yi sorumlu tutmasıydı. Sağ partiler eski DP oylarını toplamak için MBK ile 1961 Anayasasına saldırırken CHP de, askerlere sivil bir hükümetin geçiş dönemindeki bir ülkeyi yönetebileceğini göstermeye çalışıyordu.
Ayrıca halk, güçsüz koalisyon hükümetlerinden bıkmıştı. Bunu iyi değerlendiren AP, “güçlü hükümet” sloganını başarıyla kullandı. CHP ise, genel eğilimini “ortanın solu” yaklaşımıyla ortaya koymuştu; ancak sağ partiler, “sol” sözcüğünü, CHP’nin komünist olduğu yönünde kullandılar.
TİP: Örgütlü Sol
1965 genel seçimlerine, sosyalist bir parti olan TİP de katılmıştı. Bu parti 13 Şubat 1961’de İstanbul’da sendikacılar tarafından kurulmuştu. Bir süre sonra başına, devletler hukuku alanında eski bir öğretim üyesi olan Mehmet Ali Aybar geçti. Daha sonra partiye, 27 Mayıs’tan önce kurulmuş olan sosyalist parti de katıldı.
Programında “sosyalizm” sözcükleri geçmeyen parti, özel mülkiyetin destekleneceğini ve kimi ekonomik etkinliklerinin karma ekonomi anlayışı içinde özel girişime bırakılacağını açıklıyordu. Genel politikasında “kapitalist” olmayan bir kalkınma yöntemi benimseyen parti, 1965 seçimlerinde 14 iskemle kazandı.
Yeni Cumhurbaşkanının Seçilmesi: Ordunun Siyaset Üzerindeki Denetimi
Hastalanan Cumhurbaşkanı Gürsel’in durumunun umutsuz olduğu anlaşılınca, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay görevinden ayrılarak “kontenjan senatörlüğü”ne atandı ve 28 Mart 1966’da Cumhurbaşkanı seçildi. Bu seçim, TSK’nın baskıları sonucunda gerçekleşmişti ve ordunun siyaset üzerindeki etkisini gösteriyordu. Amaç, 1961 Anayasasını korumak ve 1965’den sonra hızlanan dinci tepkileri denetim altına almaktı.
Ülkenin sosyo-ekonomik gelişmesi kapitalizme dönük karma ekonomi içinde devam ederken, sınıf farklılıkları da büyüyordu. Bu, sol görüşlerin güçlenmesine uygun bir ortam hazırlamaktaydı. CHP, 18 Ekim 1966’daki kurultayda “ortanın solu” kavramını genel ilke olarak benimsemiş ve partide sosyalist görüşlerin lideri olan Ecevit aynı kurultayda Genel Sekreter seçilmişti. Ortanın solu ilkesi benimsenince, Turhan Fevzioğlu liderliğindeki 48 milletvekili partiden ayrılarak 12 Mayıs 1967’de Güven Partisini kurdu.
Sola Karşı Tepkiler
Devletçi-seçkinciler, TİP ile diğer sol eğilimleri desteklemekteydi. Bu noktada, devletçi-seçkinci grubun dönüşümü ortaya çıktı. Bunun nedeni, sol görüşlerin halk tarafından kabul görmeye başlaması ve devletçi-seçkinci bazı grupların devrimci düşüncelerin uygulanması için halk desteği gerektiğine artık inanmalarıydı.
Bu gelişmelere sağ kesimden gelen tepkiler, bir süre sonra şiddet olaylarına dönüştü: Bir yandan dinci grupların düzenledikleri “komünizme karşı” toplu namazlar görülmeye başlanırken, diğer yandan 1963-68 arasında “komünizmle mücadele” derneklerinin sayısı 15 kat arttı.
Bu arada, Batı Avrupa’daki gelişmelere paralel olarak öğrenci eylemleri de ortaya çıkmaya başladı. Dersleri boykot ve binaların işgali ile başlayan öğrenci olayları, kısa sürede siyasal nitelik kazanarak şiddet içeren etkinliklere dönüştü.
Bu gelişmeler karşısında AP hükümeti, kamuoyunu temel hak ve özgürlükleri kısıtlayacak ve hükümetin gücünü arttıracak bir anayasa değişikliğine ikna etmeye çalışıyordu. Önünde Menderes örneği bulunan AP hükümeti, karşı gruplar ile öğrenci eylemlerine yönelik baskıcı önlemler alamadığından, dinci ve gelenekçi-liberal grupları destekliyordu. Sol grupları iyice azgınlaştıran bu destek, bir süre sonra şiddet eylemlerini iyice hızlandırdı.
Bu ortam içinde genel seçimler, 12 Ekim 1969’da yapıldı ve oyların yaklaşık yarısını alan AP Mecliste yine çoğunluğu sağladı.
Soldaki Bölünmeler
1960’ların sonunda kendilerine “sosyalist” diyen gruplar, iktidara gelmek için kullandıkları yöntemler açısından üçe ayrılır:
· Birinci grubu oluşturan TİP, mevcut siyasal-hukuksal düzen içinde kurulduğundan ve mecliste söz sahibi olduğundan demokrasi yanlısıydı. Parti yöneticilerine göre, toplumsal yapı sosyalist bir partinin desteklenmesine yetecek ölçüde farklılaşmıştı. Kapitalist gelişmeler sonucu beliren işçi sınıfı, partinin oy kaynağı olarak kabul ediliyordu. Toplumda bu partiyi destekleyecek bir sınıf olduğuna göre, hukuk dışı yollara ve şiddet eylemlerine başvurmaya gerek yoktu.
· İkinci grup, Yön ve Devrim dergileri çevresinde oluştu. Bu dergiler, 27 Mayıs sonrası belirginleşen sosyalist düşünceyi belli yorumlarla ülkeye getirmeye çalışıyordu. Bu gruplara göre, işçi sınıfı sosyalist bir eylemde bulunacak ve onun liderliğini yüklenecek kadar gelişmemişti. Bu yüzden, başka bir yol bulmak gerekiyordu. Bu da, sosyalistler ile askerler arasında birliktelik anlamına gelmekteydi. Kısacası, “tepeden inmeci” yöntemler uygulayan devletçi-seçkinci cephenin aşırı sol kanadını oluşturan bu grup askeri bir eylem peşindeydi.
· Üçüncü grup, “milli demokratik devrimciler” adını almıştı. Şiddet eylemlerine dayalı bir devrim peşindeki bu gruba göre, feodalizm ile Amerikan emperyalizminin denetimindeki Türkiye henüz sosyalizme hazır değildi. Bunun için, Amerikan emperyalizmine karşı “milli” ve feodal yapıya karşı da “demokratik” devrimler gerçekleştirilmeliydi.
Ayrıca, bu gruplardan hiç biri kendi içinde tutarlılığa da sahip değildi. Her grup, en azından beş karşıt görüşle savaşmaktaydı:
· Grup içi hiziplerle savaş,
· Öteki iki ana grupla savaş,
· Bu üç ana grup dışındaki diğer sol gruplarla savaş,
· Mevcut siyasal yapı ve iktidarla savaş,
· Sağcı gruplar ve partilerle savaş.
Hükümetin Tepkisi: Şiddetin Yaygınlaştırılması
Kendilerini sosyalist olarak adlandıran bu gruplar, giderek şiddet eylemlerine daha fazla sarılmaya başlarken; buna karşı ilk tepkiler de, yine şiddete dayalı olarak sağcı militanlardan geldi. Bu arada en ilginç tepki AP hükümetinde görülmekteydi: Şiddete karşı hiçbir önlem almayan hükümet, sanki şiddet eylemlerini destekliyordu. Hükümetin bu davranışını aşağıdaki nedenlerle açıklamak mümkündür:
· Birincisi, hükümet Menderes örneğinden korktuğu için, etkili önlemler almaya yanaşmıyor olabilirdi. Bu ortamda, bir yandan “devletçi-seçkinciler” ile solcular tarafından yapılan sert eleştiriler hükümetin gücünü zayıflatırken, diğer yandan da üniversite profesörleri ile kimi meslek gruplarından gelen hükümet karşıtı gösteriler artıyordu. Böyle bir kargaşa ortamında da hükümet, kendisini şiddeti durduracak önlemler alacak kadar güçlü görmüyor olabilirdi.
· İkincisi, hükümet sol eylemlere karşı sağ grupları kullanmayı tercih ediyordu. Böylece, hem hükümetin yıpranmasını önlemeyi amaçlıyor hem de solcular ile devletçi-seçkincilere karşı halkın tepki verdiği görüntüsünü oluşturmaya çabalıyordu.
· Üçüncüsü, hükümet kargaşayı arttırma yoluyla ve bunun nedenini hükümetin yetkisizliğine bağlayarak, kamuoyunu istediği anayasa değişikliği yönünde hazırlama amacındaydı.
· Dördüncüsü, dinamizmini yitiren AP şiddet eylemleri üzerinden pirim yaparak sağ kesimde destek arama peşindeydi.
Sonuç ise, hem AP hükümeti açısından hem de tüm sol gruplar açısından yıkım oldu. Başını “milli demokratik devrimci” grubun çektiği şiddet eylemleri, kısa sürede tüm tarafların kullandığı tek yöntem haline gelmişti. Bu gruplar adam kaçırmaktan soygunlar yapmaya, adam öldürmekten bombalamalara kadar geniş çaplı bir şiddet dalgası ortaya çıkarmışlardı. Amaçlarını, “Türk halkını” ya da “Türk halklarını” kurtarmak olarak belirten bu sol gruplar, orduya karşı da açıkça cephe almışlardı. Bunların sonucu, silahlı kuvvetlerin bir kez daha siyasal yaşama el koyması oldu.
12 Mart Muhtırası
12 Mart 1971 günü TSK adına Genel Kurmay Başkanı ile üç Kuvvet Komutanı tarafından imzalanan muhtıranın radyoda okunmasından birkaç saat sonra AP hükümeti görevi bıraktı. TSK, ortaya çıkan anarşiden hem hükümeti hem de meclisi sorumlu tutmaktaydı.
12 Mart’a Yol Açan Şiddet Eylemlerinin Gerisindeki Nedenler
Şiddet eylemleri, pek çok yanılgının birleşmesi sonucu ortaya çıkmıştı. Şiddet eylemlerine yol açan faktörler birkaç grup içinde ele alınabilir:
· Birincisi, ülkenin 1960 sonlarında sahip olduğu sosyo-ekonomik ve siyasal niteliktir. Demirel hükümetine karşı üniversite öğrencileri ile profesörlerin, işçilerin, yargıçların gösterilerde bulunması; şiddete başvuranları yanıltmış ve toplum sosyalist bir devrime hazır izlenimi yaratmıştır. Yani, toplumsal ve ekonomik doyumsuzluklardan kaynaklanan huzursuzluk ortamı, sosyalist gruplar tarafından abartılarak devrimin gerçekleşmesi için yeterli bir neden olarak görülmüştür. Şiddete başvuran sosyalist grupların toplumu “dinamit” olarak nitelemeleri ve “biz toplumsal dinamitin fitili olacağız” sözleri bunun en güzel kanıtıdır.
· İkincisi, devletçi-seçkinci kesim ile gençliğin tarihsel rolünden kaynaklanmıştır. Tarihsel açıdan devletçi-seçkinci kesim, Osmanlıdan bu yana her türlü yeniliği tepeden inmeci şekilde gerçekleştirmişti. Ancak, sosyo-ekonomik gelişmeler sonrasında hem toplumun yapısı hem de bu yapı içinde “devletçi-seçkinciler”in yeri değişmiş; toplumun artık tepeden inmeciliğe hoş görüsü kalmamıştı. Bunu göremeyen sosyalist gruplar, bu grubun tarihsel rolünü, sosyalist devrim için halk desteğinin gereksizliğini kanıtlayan bir örnek olarak yorumladılar. Bu paralelde, halkın şiddet eylemleri yoluyla “uyandırılacağını” sandılar.
Diğer yandan, 27 Mayıs eylemi gençliğe siyasal olarak özel bir yer kazandırmıştı. Bunun yanında Atatürk de, yeni kurulmuş Cumhuriyet’e sahip çıkacak güçlü bir toplumsal-ekonomik sınıf olmadığından, onu gençliğe emanet etmişti. Bu iki faktör üniversite öğrencilerini siyasal açıdan çok fazla etkin hale getirmişti.
Sonuçta, devletçi-seçkinciler ile gençliğin bu tarihsel rolleri, şiddet yanlısı sosyalist gençleri toplumsal bir devrimin önderi olabilecekleri yönünde yanılgıya düşürdü. Bu iki faktör, şiddet yöntemlerinin kullanılmasında önemli bir role sahiptir.
· Üçüncüsü, ideolojikti. Bu ideoloji, sol görüşler ve özellikle Marksizmle özdeşleşmişti. 27 Mayıs öncesinde her tür sol düşünce yasaklanmış olduğundan, bunlar fazlasıyla çekiciliğe sahiptiler. Ayrıca sol yaklaşımlar henüz kendi aralarında yeterince farklılaşmadıkları için, Marksizm solun tek temsilcisi kabul ediliyordu. Fakat, ülke koşullarının Marksist yaklaşım açısından tutarlı bir çözümlemesi yapılmadığından, bu görüş çatısı altında birbiriyle zıt sayısız grup vardı.
· Dördüncüsü, bu eylemlerin örgütsel nitelikleri ve bazı kesimlerin önderlik özentileriydi. Sosyalist gençlere akıl hocalığı yapan bazı kişiler, geçmişteki kendi eylemlerinde başarısız olmuşlardı. Bu nedenle gençleri yönlendirirken, demokratik olmayan hukuk dışı ve toplum dışı yöntemleri savunuyorlardı. Sosyalist gençlik eylemlerinin şiddet eylemlerine dönüşmesinde bu kesimlerin sorumluluğu büyüktür. Bunun yanında, şiddet eylemleri başladıktan sonra önderler artık eylemci grupların içinden çıkmaya başladı. Şiddet örgütlenmeleri, arkadaşlığa bağlı ve duygusal nitelikteki “birincil grup” tipi topluluklar içinde gerçekleşti. Böylece gruplar, dışarıdan gelen her türlü eleştiriye kapandı.
· Beşincisi, şiddet eylemlerinin ilk dönemlerinde, bunlar henüz yüksek öğrenim gençliğinin sorunlarına yönelik eylemler niteliğindeyken gösterilen tepkilerdir. Hükümet bu dönemde sağcı öğrencileri örgütlemiş ve her iki grubun gençliğini karşı karşıya getirerek çatışma ortamı yaratmıştır. Çatışmalar sırasında polisin sol gruplara karşı bir tavır içine girmesi de, bu grupların hızla silahlanmasına yol açmıştır. Çatışmaların artması sonrasında Hükümet, 1961 Anayasasını suçlamak için şiddet eylemlerine karşı her hangi bir tutum takınmamış ve gençlerin birbirlerini öldürmelerine seyirci kalmıştır.
Tüm bu öğeler sonunda, şiddete baş vuran sosyalist grupların yöntemleri ve amaçları onları felakete götürdü. Kullandıkları modeller, genellikle dış ülkelerden alınmaydı ve Türk toplumunun tarihsel gelişimi ile özgül niteliklerine karşıttı. Ayrıca uyguladıkları yöntemler de, halkı onlara karşı bütünüyle yabancılaştırdı. Sonuçta bir kısmı mahkeme kararıyla asıldı, bir kısmı polis veya asker tarafından öldürüldü, bir kısmı da çeşitli biçimlerde cezalandırıldı.
12 Mart Muhtırasının sonuçları
Bu arada, muhtıradan bir süre sonra İsrail Konsolosunun öldürülmesi, bu kez “devlet şiddeti”ni başlattı. Bu olay sonrasında, aralarında ayrım göstermeden tüm sol gruplar bastırıldı.
12 Mart sonrası hızlı bir dönüşüm yaşanmasının nedeni, şiddet eylemleri ile onlara karşı gösterilen tepkilerin doğal olmayışındandır. Bunlar, iç ve dış güçler tarafından gerçekleştirilen yapay güdülmemeler sonrasında ortaya çıkmıştır.
VIII) 1973 Seçimleri ve Sonrası
Muhtıra sonrasında ilk olarak, sosyalist “devrim” grubu yandaşı olan beş general ile on albay TSK’den emekli edildi.
19 Mart 1971’de, CHP milletvekili olan ve başbakan olabilmek için partisinden ayrılan Nihat Erim yeni kabineyi kurmakla görevlendirildi. CHP, Erim Hükümetini destekleme kararı alınca, partideki sol grupların önderi olan Ecevit görevinden ayrıldı. Ecevit’in istifanın hemen ardından televizyonda bir konuşma yaparak muhtırayı eleştirmesi, CHP ile TSK ilişkileri açısından bir dönüm noktasıydı. Ecevit’in istifası yeni bir yaklaşımın simgesiydi: CHP içinde devletçi-seçkinci yaklaşım yerini “halkçılığa” bırakıyordu.
Bu arada, muhtıra öncesi sosyalist devrim beklentilerine TSK içinden çeşitli kademelerdeki subayların destek verdiklerinin ortaya çıkması ile bunların ordudan uzaklaştırılmaları yönündeki tavır, TSK ile daha önceden desteklemekte olduğu sol düşünceyi karşı karşıya getirdi.
Muhtıra Hükümetleri Dönemi: Temel Hak ve Özgürlüklerin Kısıtlanması
Erim, hükümetini 26 Mart 1971’de kurdu. Teknik adamların yoğunluğu nedeniyle “beyin kabinesi” olarak adlandırılan kabine, sol eğilimli ekonomist ve bürokratlar ile bunlarla taban tabana ters görüşte olanlardan oluşmuştu. Bu durum, hem kabine üyelerinin kendi aralarında hem de Erim ile bakanlar arasında güvensizliğe yol açtı. Bu hükümet, devletçi-seçkincilerin halk desteği olmadan ülkeyi yönetme çabalarının sonuncusu olarak görülebilir.
Hükümet güvenoyu alır almaz, şiddet eylemleri yeniden başladı. Bunun üzerine, lüks olarak nitelenen 1961 Anayasası değiştirildi. Bu arada, sol eğilimli örgütler ile pek çok dergi kapatıldı.
Bu gelişmeler sonrasında 11 bakan kabineden ayrıldı. Bu ayrılışın nedeni, hem Erim’in devletçi ekonomi anlayışı yerine liberal ekonomik anlayışı ön plana çıkarması hem de ayrılanlardan çoğunun sol görüşlü yakınlarının cezaevinde olmasıydı.
11’lerin ayrılışından sonra Erim, “gelenekçi-liberal” grupla daha da bütünleşen ikinci kabinesini 11 Aralık 1971’de kurdu. Ancak meclisteki tüm partiler tarafından suçlanan ve sık sık ordunun arkasına saklanan ikinci kabine, 17 Nisan 1972’de görevden ayrıldı.
Üçüncü kabine, Ferit Melen tarafından kuruldu. Bu kabine, sosyo-ekonomik açıdan gelenekçi-liberal, kullandığı yöntemler açısındansa tepeden inmeci yöntemlere dayanan devletçi-seçkinci eğilimdeydi.
Cumhurbaşkanlığı Sorunu: Düzenin Sivilleştirilmesi
Melen hükümeti zamanındaki en önemli olay, süresi dolan Sunay’ın yerine yeni Cumhurbaşkanının seçilmesiydi. Genelkurmay başkanı olan Faruk Gürler görevinden ayrılmış ve Cumhurbaşkanı olmak için kontenjan senatörlüğüne atanmıştı. Ancak CHP ile AP anlaşarak, 1971 muhtırasını veren dört komutandan biri olan Gürler yerine Fahri Korutürk’ü seçti. Böylece, Türk siyasi yaşamına hem devletçi-seçkincilerin hem de TSK’nin doğrudan denetimine son verildi.
Bunun üzerine başbakan Melen görevinden ayrıldı. 1973 Ekim ayında yapılacak genel seçimlere kadar, hükümeti kurma görevi Naim Talu’ya verildi.
1973 Seçimleri: Sınıfsal Yapının Siyasete Yansıması
Seçimlerde beklenmedik bir olay oldu ve yeni genel başkanlığına Ecevit’in seçildiği CHP birinci parti oldu. Ancak salt çoğunluk sağlanamadığı için koalisyon hükümeti ortaya çıktı.
Toplumdaki değişim, güçlü bir işçi sınıfı ile siyasallaşmış bir gecekondu halkı ortaya çıkarmıştı. Batı tipi sınıflı toplumları andıran bu sosyo-ekonomik yapı, yeni bir dönemin de başlangıcıydı.
Seçimlerden sonra bir hükümetin kurulması üç aydan fazla zaman aldı. Sağ partilerden hiçbiri, CHP ile hükümet kurarak, seçmenin gözünde “CHP’yi iktidara getiren parti” olmak istemiyordu. Çünkü bu durum, daha sonra diğer sağ partiler tarafından, kendilerine karşı olumsuz propaganda aracı olarak kullanılacaktı. Bunun yanında, sağ partiler de kendi aralarında bir ortaklık kuramıyorlardı. Bu dönemde kimi kesimler, ekonomik yoksullukları ile ezilmişliklerini dine sığınarak gidermeye çalışan MSP ile CHP koalisyonundan bahsetmeye başladılar. Her iki partinin de tabanı, aynı sosyo-ekonomik sınıflara dayanıyordu. Ancak her iki parti arasında da bu ortaklığa karşı direnenler çoğunluktaydı. CHP’liler, MSP’ye din sömürücülüğü ve Atatürk karşıtlığı ile karşı çıkarken; MSP’liler de solcu CHP ile ortaklık istemiyorlardı. Ancak meclisteki yedi siyasal parti arasında koalisyon olamayacağı ortaya çıkınca, bu ortaklık zorunlu oldu. Türk siyasal yaşamında yeni bir dönemi işaret eden bu koalisyon, siyasal olarak örgütlenmiş de olsa İslam dininin laik Cumhuriyet ilkesine karşı bir tehlike içermediğinin kabulüydü.
Ecevit-Erbakan Koalisyonu: Düşman Kardeşler
Koalisyon, 25 Ocak 1974’te kuruldu. Hükümetin önündeki sorunlar, 12 Mart’tan sonra tutuklanan solcu ve sağcılar için bir genel af yasası çıkarılması ile ekonomik anlamda adil bir gelir dağılımı sağlamak için “düzen değişikliği”ne gidilmesiydi. İlk olarak, genel af yasası ele alındı; MSP, bazı solcuların bağışlanmasına karşı oy kullanmak yoluyla ortaklık anlaşmasını bozdu. Ancak iktidarı bırakmak istemeyen CHP görevden ayrılmadı.
Bir süre sonra yeniden Kıbrıs sorunu patladı. Burada da hükümet ortakları anlaşmazlığa düştüler. CHP, sadece güney sınırlarımızın güvenliğinin sağlanmasına yönelik sınırlı bir eylemi savunurken; MSP, adanın tümünün alınmasını istiyordu. Dış siyasetteki bu sürtüşme, iç siyasete de yansıdı ve Ecevit’in İskandinav ülkelerine yapacağı gezi ipleri kopardı. Erbakan, gezi süresince başbakanlığın kendisine bırakılmasını istiyordu. İç ve dış siyaset konularında ortağına güvenmeyen Ecevit ise, başbakanlığı kendi bakanlarından birine bırakmaya karar vermişti. Bunun üzerine Erbakan, İskandinav ülkelerine Ecevit’in yapacağı geziyi onaylamayınca ortaklık dağıldı.
Ecevit, erken seçime gidilmesini önererek görevden ayrıldı. Ancak diğer partiler, Kıbrıs müdahalesi nedeniyle CHP’nin oylarını yükselteceği korkusuyla, erken seçim önerisine olumlu bakmadılar. Fakat hiçbir parti tek başına hükümeti kuracak güçte değildi.
Milliyetçi Cephe Hükümeti
Sonunda sağ partiler birleştiler; AP, MSP, CGP, MHP ve Bağımsızlar arasında “Milliyetçi Cephe” hükümeti kuruldu. Ancak bu ortaklık sağlam temeller üzerine oturmamaktaydı. Bu partilerden her birinin seçmenleri, aynı grup ve sınıflardan oluşuyordu; bundan dolayı, bu partiler arasında amansız bir yarış vardı ve aynı zamanda birbirlerinin tabanını çalmaya çalışıyorlardı. Bu da, koalisyonun yumuşak karnıydı.
IX) 12 Eylül Öncesi Dönem
1977 seçimlerinde, hiçbir parti yeterli çoğunluğu sağlayamadı. Ancak seçimlerin, CHP ile AP’ye yaradığı görüldü.
Mecliste en çok sandalye kazanan parti olduğundan, hükümet kurma görevi önce CHP’ye verildi. Azınlık hükümeti kuran Ecevit meclisten güven oylaması alamayınca, bu sefer görev ikinci parti olan AP’ye verildi. Demirel, MSP ve MHP ile, “İkinci Milliyetçi Cephe” hükümetini kurdu. Buna rağmen, enflasyonun hızı ile sol terörün önü bir türlü kesilemedi ve kamuoyu yeni hükümet beklentileri içine girdi.
Ecevit-Bağımsızlar Koalisyonu
Yeni beklentiler doğrultusunda, “kişisel çıkar” peşindeki yeterli sayıda milletvekili AP’den istifa etti ve ikinci milliyetçi cephe hükümeti düşürüldü.
İktidar arayışı içindeki Ecevit, DP, CGP ve Bağımsızlar desteğinde bir koalisyon kurdu. Ancak her bakan kafasına göre hareket etmeye başlarken, buna piyasadaki karaborsa ve stok eğilimleri de eklenince CGP hükümetten ayrıldı. Bu arada 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerde de, halk daha önce Ecevit’e verdiği oylarını geri aldı. Tüm bunlara birde iyice artan sol terör eklenince, seçimlerde başarısız olmuş olan Ecevit istifa etti.
Demirel Azınlık Hükümeti
Ülke bir iç savaş durumundayken, meclisteki sağ partilerden destek alan Demirel bir azınlık hükümeti kurdu.
Ekonomiyi düzeltmek için yeni bir model peşindeki Demirel, “24 Ocak Kararları” diye bilinen ve mimarı Turgut Özal olan IMF destekli ekonomik bir programı uygulamaya soktu.
Ancak ülkenin asıl sorunu, ekonomik olmaktan öte siyasaldı. Terörün ve iç savaşın en üst noktaya ulaştığı bu ortamda, TSK’nin hassas olduğu konularda da çeşitli gelişmeler yaşandı: Örneğin, bir üniversitede İstiklal Marşı çalınırken sol görüşlü öğrenciler ayağa kalkmadılar, bir sendika toplantısında Enternasyonal Marşı söylendi ve MSP’nin Konya Mitinginde laikliğe ters düşen pankartlar açıldı. Bu olaylar televizyonda ve basında geniş biçimde yer alınca, askerlerin yeniden darbe yapması kaçınılmaz hale geldi.
ÖZAL DÖNEMİ
12 Eylül yönetimi, 1982 yılında bir oylama ile yeni Anayasayı kabul ettirip, darbenin başı Kenan Evren’i Cumhurbaşkanı seçtikten sonra, ülkenin seçimlere götürülmesine karar verdi.
Askerler, seçimlerin görünüşte serbest olmasını, ama esas olarak kendi görüşlerine uyacak bir hükümetin başa gelmesini istiyorlardı. Bu doğrultuda, Evren ve Milli Güvenlik Konseyi üyesi subayların desteğinde, emekli orgenerallerden Turgut Sunalp’e Milliyetçi Demokrasi Partisi adı altında yeni bir parti kurdurttular.
Bu arada MGK, seçimlere katılacak olan partiler ile siyasileri veto etme hakkını da elinde tutuyordu. Örneğin AP’nin devamı niteliğinde kurulan Büyük Türkiye Partisi kapatılırken; önceki siyasilerin tümü yasaklı durumdaydı.
MDP’nin kurdurulması ve yeni partilerle eski siyasetçilerin durumları, 12 Eylül yönetiminin “sivil görünüm” altında 5 yıl daha devam etmesi anlamına geliyordu.
ANAP’IN KURULMASI
Bu dönemde, askerler tarafından güvenilir bulunarak kendisine ekonomi emanet edilmiş olan Özal bir parti kurarak siyasete girme isteğindeydi. Evren’den izin alan Özal, “dört eğilimi” birleştirme amacındaki ANAP’ı kurdu. Özal’ın bahsettiği dört eğilim: Liberal sağ, milliyetçi sağ, mukaddesatçı sağ ve demokratik sol idi.
Bu arada, Özal’ın sol eğilime yönelik kadrolarını yetersiz bulan 12 Eylül yönetimi, sol oyları da kanalize etmek için, geçmiş dönemlerde Başbakanlık müsteşarlığı yapmış olan Necdet Calp’e Halkçı Parti adı altında bir parti kurdurtmayı ihmal etmedi.
Ancak bu dönemde, askerlerin güdümündeki HP’ye karşı, Erdal İnönü tarafından Sosyal Demokrat Parti kuruldu. Eski CHP’liler, Ecevit’in parti kurmak ve kurulan bir partiyi desteklemek istememesinden dolayı SODEP çatısı altında birleştiler. Eski AP’liler ise, kapatılan BTP’nin ardından Demirel’in desteğinde kurulan DYP çatısı altında bir araya geldiler.
MGK, SODEP ile DYP’nin seçimlere girmesini istemiyordu. Bu nedenle, her iki parti de seçim öncesinde adaylarının veto edilmesi yoluyla seçimlere sokulmadı.
ÖZAL BAŞBAKAN
6 Kasım 1983 tarihindeki seçimler, askerler tarafından kurdurulan MDP ve HP ile askerlerin izniyle kurulan ANAP arasında geçti.
Kamuoyu yoklamalarında, seçimi ANAP’ın kazanacağı anlaşılınca; Evren, bir yandan radyo ve televizyonda ANAP ve Özal aleyhine konuşmalar yapmaya, diğer yandan da Özal lehine çıkan kamuoyu yoklamalarının gazetelerde yayınlanmasını yasaklamaya başladı.
Asker denetimindeki seçimleri, Özal yüzde 45 oy ve 211 milletvekili çıkararak kazandı.
ÖZAL DÖNEMİNDE SİVİLLEŞEREK SÜREN 12 EYLÜL
Partisinin dört eğilimi de yansıttığını söyleyen Özal, bunu demokratlığın ifadesi olarak değil, “bütün eğilimler ANAP içinde mevcut, bu nedenle başka partiye gerek yok” anlayışı güden tekelci anlayışın yansıması olarak lanse ediyordu.
Özal, kendisine ciddi anlamda rakip olacak politikacılar yasaklı olduğundan, bu dönemde rahat bir iktidar yaşadı. Tek uzlaşması gereken, Cumhurbaşkanı Evren idi. Böylece bir anlamda, askeri yönetimin amacı olan “bu ülkeyi bir süre daha biz yöneteceğiz” anlayışının yansıması olan, “askerlerin denetiminde bir sivil yönetim” devrinin uygulayıcısı oldu.
Özal 1984 yerel seçimlerini de kazandıktan sonra, bir yandan zam furyasını diğer yandan da ekonomiyi dışa açma programını uygulamaya koydu.
Toplumun yeni değer yapısını; “sınai toplumda en yüce değer paradır, nasıl kazanırsan kazan” anlayışı ile “köşe dönücülüğü yüceltme” zihniyeti oluşturdu.
Asker güdümündeki MDP ile HP gerileyiş içinde olduğundan ciddi muhalefetle karşılaşmadı
ORDUDA DARBE
Bu çerçevede tek sorun, henüz yönetimi tümüyle terk etmemiş olan 12 Eylül darbesini yapan ordudan gelebilirdi.
Nitekim dönemin güçlü generallerinden Necdet Üruğ, Genelkurmay Başkanlığı görevinden ayrılırken, yerine Necdet Öztorun’u getirmek için “erken emeklilik” işlemini devreye sokmuştu. Kamuoyunda, bunun “askerlerin bir müdahalesi olduğu” söylentileri hızla yayılıyordu. Ordunun, 2000 yılına kadar komuta kademesini belirlediği ve bunu uygulamaya koyduğu söyleniyordu.
Özal ile Evren işbirliği yaparak bu planı bozdular, Genelkurmay Başkanlığı görevine Necip Torumtay’ı getirdiler. Böylece Özal, Evren’in desteğini almak suretiyle, bir yandan önünü tıkayan ciddi bir muhalefeti halletmiş diğer yandan da Çankaya ile arasındaki tek engeli kaldırmış oluyordu.
Ancak, ordu ve yeni Genelkurmay Başkanı ile ciddi bir bütünleşme olmadı. Körfez krizi sırasında Özal ile ters düşen Torumtay, görevinden istifa etti. Yerine, sonraki dönemlerde Çiller’in siyasi militanlığını yapacak olan Doğan Güreş getirildi.
SİVİL REJİMİN ARTAN BASKISI
Özal, 12 Eylül’den devraldığı baskıcı hukuk düzenini, getirdiği bazı uygulama ve yasalarla daha da ağırlaştırdı. Bunlardan özellikle ikisi, diğerlerine göre çok daha fazla etkili oldu: “Polis Vazife ve Selahiyet Yasası” ile özgürlükleri daha da kısıtlarken, “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu” ile basın üzerine çeşitli sınırlamalar getirdi. Böylece, siyasi yaşam yanında basın hayatı da ciddi kısıtlamalara uğradı.
Kısaca “polis yasası” olarak bilinen uygulamaların asıl amacı, ordunun gücünü aşama aşama daha sivil nitelikte olan polise geçirmekti. Bunun yanında, bir yandan yasalarda pek yeri olmayan bir uygulamaya giderek doğrudan kendine bağlı bir istihbarat birimi oluştururken, diğer yandan istihbarat yapan devlet kurumlarını özel işleri için kullandı.
Özal iktidarındaki dönemin bir sonucu da, başta PKK olmak üzere bölücü terörün yerleşik bir sorun haline gelmesiydi.
SİYASAL HAKLAR REFERANDUMU
1982 Anayasası ile siyasal haklarından mahrum bırakılan eski liderlere bu haklarının iade edilmesi, iç ve dış kamuoyu tarafından sürekli gündeme getiriliyordu.
Eski liderlerin ve özellikle de Demirel’in yeniden aktif politikaya dönmesi, Özal’ın işine gelmiyordu. Çünkü ANAP, “dört eğilim” iddiasına rağmen, özellikle AP oylarından besleniyordu. İşin diğer bir ilginç yanı, yasakları Anayasaya koyduran kişi olan ve o dönemde Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Evren’in de kamuoyu önünde yasakların kalkmasından yana tavır almasıydı.
Yasaklar, Meclis’te üçte iki çoğunlukla Anayasa değiştirilerek kaldırılabilecekken; Özal ve Evren’in işbirliğiyle, konunun halk oyuna sunulmasına yani referanduma karar verildi. Çünkü halka yasaklara karşı olduklarını söylemelerine karşı, aslında her ikisi de yasakların devamı isteğindeydi.
Bu dönemde kamuoyu, yasaklar etrafında büyük propaganda çalışmalarına şahit oldu: Özal ile Evren, yasaklardan yana tavır alırken; eski politikacıların destekçileri ile sendikalar ve üniversite merkezli demokratik güçler, yasakların kalkmasından yanaydı.
ANAP gazetelere verdiği ilanlarda, çoğunluğun kararının her zaman geçerli olduğunu ilan ederek, demokrasiyi “çoğunluğun baskısı” şeklinde algılama yönünde tutum sergilerken; karşı taraf ise, demokrasinin çoğunluğun yönetimi olduğu görüşünü inkar etmemekle birlikte, demokrasiyi “çoğunluğun diktatörlüğünden” ayıran faktörün “insan temel hak ve özgürlükleri-“ olduğunu belirtiyordu. Bu grup ayrıca, demokrasilerde “siyasi yasakların” yeri olmadığını, seçme ve seçilme hakkının kısıtlanamayacağını belirtiyorlardı.
Referandumda halk, % 49.5’e karşı %50.5 gibi küçük bir farkla yasakların kaldırılmasından yana tavır aldı. Böylece toplum, bu konuda tam ortadan ikiye bölünmüş bir tavır sergiledi.
1987 SEÇİMLERİ
Bu sonucu, kendi gücünün bir belirtisi olarak kabul eden ve seçmenlerin yarısına yakın bir bölümünün oyunu aldığını düşünen Özal, bundan destek alarak erken seçime gitmeye karar verdi. Böylece siyasi yasakları kalkan eski liderler yeterince örgütlenmeye ve propaganda yapmaya fırsat bulamadan seçime giderek, 1980 darbesinde arkasına aldığı rüzgarı kullanmak istiyordu.
Ayrıca, Evren’in görev süresi yeni Meclis döneminde biteceğinden, seçimleri kazanan aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı koltuğuna da oturacaktı.
Özal iktidara geldiğinden beri, seçimleri kendi partisi lehine çevirebilmek için seçim yasasını yedi kez değiştirmişti. Bazı seçim bölgeleri, sırf ANAP oyları düşünülerek yeniden düzenlenmişti. Bu müdahaleler nedeniyle muhalefet, bir ara seçimleri boykot etmeyi düşündü. Ancak bu boykota İnönü katılmayınca, seçimler Özal’ın istediği gibi yapıldı.
1980 darbesinden sonra serbest seçime en çok benzeyen bu ilk genel seçimde Özal, % 36 oy alarak sandalyelerin yüzde 65’ini kazandı. Seçimin diğer bir sonucu da, askerlerin desteğiyle kurulmuş HP ile uzun uğraşlar sonucunda birleşen SODEP’in, SHP kimliğiyle ikinci parti olmasıydı. Bu birleşmeye HP Başkanı Calp kesin biçimde karşı çıktığından; birleşme, Aydın Güven Gürkan’ın 28 Haziran 1985 tarihinde HP Genel Başkanlığını sonrasında oldu.
Özal’ın istemediği bu birleşme, 1989 yerel seçimlerinde SHP’yi birinci parti yapacaktı.
1989 YEREL SEÇİMLERİ
1987 Genel Seçimlerini kazanan Özal, Meclis çoğunluğunu elinde tutarak Cumhurbaşkanlığı seçimleri için büyük avantaj sağlamıştı.
Artık önünde 1989 yerel yönetim seçimleri vardı. Ancak, iktidar yıpranma sürecine girmişti; bir yandan 12 Eylül rejiminin baskıcı yönetiminin sürmekte oluşu, diğer yandan yüksek enflasyon, halkın Özal ile ANAP’tan desteğini çekmesine yol açtı.
Seçimler ANAP için yıkım oldu. Yüzde 36 oy ile 1987 seçimlerinin galibi olan ANAP, iki yıl içinde % 21’e düşerek; bu seçimlerde % 28 ile birinci olan SHP ve % 24 ile ikinci olan DYP’nin ardından üçüncü parti oldu.
SHP, üç büyük il olan İstanbul, Ankara ve İzmir’de belediye başkanlıklarını kazanmıştı. Bu sonuç, iyi bir yerel seçim anlayışı ve başarılı bir kamuoyu çalışmasıyla, SHP’yi gelecek genel seçimde birinci parti yapabilirdi. Ancak İstanbul’daki başarısız belediyecilik örneği, 1991 seçimlerinde SHP’nin önünü kapayan en büyük engel oldu.
ÖZAL CUMHURBAŞKANI OLUYOR
1989 yerel seçimlerinin başarısız sonuçları, Özal’ın Cumhurbaşkanlığı planlarını tehlikeye sokmuştu. Kamuoyunda, % 21’e düşmüş bir partinin Genel Başkanı olarak Özal’ın Cumhurbaşkanı olmasının doğru olup olmadığı tartışılıyordu. Ancak sorun, Meclis’te çözülecekti ve Özal buradaki çoğunluğu hala koruyordu.
Özal, muhalefet partilerinin katılmadığı Meclis oylamasında, üçüncü turda 263 oy alarak, 31 Ekim 1989 tarihinde sekizinci Cumhurbaşkanı oldu. Muhalefet partileri bir süre Özal’ı tanımamakta ısrar ettilerse de, bunun bir sonuç vermediğini görünce ısrarlarından vazgeçtiler.
ANAP’A YENİ BAŞKAN: YILDIRIM AKBULUT
Özal Cumhurbaşkanlığını devralır almaz, aynı gün Yıldırım Akbulut’u Başbakan olarak görevlendirdi. Böylece, ANAP’ı emanet edeceği kişiyi de işaret etmiş oluyordu.
İddialı çok sayıda aday içinden Akbulut’u seçmesi, hükümeti Çankaya’dan yönetmek istemesinin göstergesiydi. Akbulut, Başbakan olarak atanmasından bir hafta sonra yapılan ANAP Genel Kongresi’nde, Genel Başkan olarak seçildi.
İPLER ÖZAL’IN ELİNDEN KAÇIYOR
Akbulut’un başbakanlığı döneminde gayet uyumlu yürüyen Hükümet-Çankaya ilişkileri, 15 Haziran 1991’de yapılan ANAP Genel Kongresi’nde Mesut Yılmaz’ın Genel Başkan seçilmesinin ve bağımsız bir politika izlemesinin ardından bozuldu.
Özal bu başkanlık savaşına karışarak, parti içinde taraf olmuş ve kendi çevresi de dahil olmak üzere gücünü büyük oranda yitirmişti. ANAP’ın ve Hükümetin ipleri, artık Özal’ın elinden kaçmaya başlıyordu. Bunun en güzel örneği Körfez Krizi sırasında yaşanacak, çok istemesine karşın Amerika’nın yanında sıcak savaşa girilmeyecekti.
İSLAMİ HAREKETİN SİYASALLAŞMASI VE ÖZEL TV KANALLARI KURULMASI
Cumhurbaşkanlığı döneminde imza attığı en önemli olay, ceza yasasının “sınıf diktatörlüğü” ile “şeriat devleti kurma” yönündeki etkinlikleri yasaklayan 141, 142, 163. maddeleri kaldırmasıydı. Özal’ın “dinin siyasallaşmasına” ve “Siyasal İslam”a verdiği destek sonucunda yaygınlaşan İmam Hatip Okulları, kendisinden sonra “arka bahçesi” haline geldiği Refah’ın çok işine yaradı.
Bu dönemde görülen diğer bir önemli olay da, Anayasa’nın yayın tekelini TRT’ye vermiş olmasına rağmen, oğlunun da ortakları arasında bulunduğu özel bir TV kanalını yayına sokmasıydı. Böylece, bir yandan televizyondaki yayın tekelini kırarak toplumu özgürleştirici bir adım atarken, diğer yandan hukuk devletinin en önemli kaynağı olan Anayasa’yı ihlal ediyor ve en önemlisi de ailesinin adının karıştığı bir yolsuzluk nedeniyle siyasal yıpranmaya uğruyordu.
YOLSUZLUK İDDİALARI ÖZAL’I YIPRATIYOR
Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı sırasında özel kesimle yakın ilişkiler içine girmesi ve ailesinin birçok firmaya ortak olması, toplumda Özal ile ilgili rüşvet ve suiistimal iddialarına büyük boyutlar kazandırdı.
Çocuklarının ve eşinin kamuoyunda göze batan davranışları ile ticari yaşamda sürekli haber konusu olmaları, bir süre sonra Özal ailesinin basında “hanedan” adıyla anılmasına yol açtı. Özellikle devlet bankalarında batan paralar ve özellikle Emlak Kredi Bankası aracılığıyla yolsuzluk yapıldığı iddiaları, bütün kamuoyunun dikkatini çekti. Bir süre sonra, EKB Genel Müdürü Engin Civan’ın alınan rüşvetlerin paylaşılamaması sonrası vurulması, büyük yankı yarattı. Bu olay, Özal döneminin yönetim anlayışının ve bu dönemdeki yolsuzlukların aynası niteliğindeydi.
1991 SEÇİMLERİ:
ÖZAL DÖNEMİNİN KAPANMASI VE YENİ İTTİFAKLARI
1991 genel seçimleri, siyasal yasakları kalktıktan sonra toparlanmaya başlayan eski liderlerin yeni imajlar peşinde koştukları, Ecevit ve Demirel’in demokrasi nutukları attıkları bir ortamda geçti.
Siyasi vitrinini akademisyenler, bürokratlar ve yeni siyasetçilerle dizayn eden Demirel, seçim kampanyası süresince “karakollar şeffaf olacak” gibi sosyal demokrat söylemler kullandı.
İstanbul Belediyesinin toplumda bıraktığı başarısız imaj ile seçimlere giren SHP ise, etnik bir grubun temsilcisi olan Halkın Emek Partisi’nin bazı isimlerini listesinden aday gösterince, Ege ve Karadeniz bölgelerinde büyük oy kaybına uğradı.
Seçimlerin sonucunda ortaya, aşağıdaki gibi bir tablo çıktı:
· Özal’ın tüm desteğine rağmen ANAP, başarılı bir kampanya yürüten DYP’nin ardından ikinci sıraya düştü.
· SHP, İstanbul belediyesindeki başarısızlığı, HEP’lilere kucak açması, parti içi hizip çatışmaları sonucunda sık sık yapmaya başladığı kurultayların kamuoyunda bıkkınlık yaratması ve Ecevit’in barajı aşacağının anlaşılması üzerine üçüncü olabildi.
· İttifak yapan Türkeş ile Erbakan, milliyetçi ve dinci kesimde ciddi oy potansiyeli bulunduğunu gösterir şekilde, Meclis’e dördüncü parti olarak girdi.
· Beşinci parti olan DSP lideri Ecevit de, tek başına yürüttüğü kampanyasını sonuca ulaştırdı ve yıllar sonra yeniden Meclis’e girdi.
Seçim sonrasında, DYP-SHP Koalisyonu gündeme geldi. Her iki parti de, seçim kampanyalarını birbirine benzer temalar üzerinde oluşturmuştu. Bu temalar şu unsurları içermekteydi:
· 1980 darbesinin baskıcı uygulamalarına karşı çıkmışlar,
· Anayasa’nın özgürlükleri kısıtlayıcı maddelerinin değiştirilmesini istemişler,
· Yüksek Öğrenim Kurulu’nun kaldırılmasını istemişler,
· İnsan haklarına dayalı bir sosyal hukuk devletinin gereklerine göre yeni düzenlemeler talebinde bulunmuşlardı.
Sosyal demokrat ilkelerde buluşan bu iki partinin ortak hükümet kurmaları, siyasal sürecin de mantığına uygundu.
DYP-SHP KOALİSYONU
Demirel yıllar sonra, en büyük rakiplerinden olan solcu partinin desteğinde başbakanlık koltuğuna oturdu. Siyasi tarih açısından ele alındığında, DYP DP’nin ve SHP de CHP’nin devamcısı niteliğindeydi. Böylece, 1950’lerden beri devam eden DP-CHP düşmanlığı da ortadan kalkıyordu.
Bu koalisyonla, 12 Eylül darbesi ile onun uzantısı olan Özal dönemine karşı, “ortanın sağı” ile “ortanın solu” arasında “özgürlükçü demokrasinin yaşatılması ve geliştirilmesi” amacına yönelik bir uzlaşma sağlanmış oluyordu.
Hükümet, 12 Eylül dönemi yöneticilerine getirilen yargı bağışıklığından YÖK’e kadar birçok anayasa maddesinin kaldırılmasını programına almıştı. Ancak, Meclis’te üçte iki çoğunluğu sağlayamadığı için bu vaatlerden hiçbirini yerine getiremedi. Bu değişiklikler, ANAP ile RP işbirliği yapmaya razı olmadıklarından yapılamadı.
Ancak yine de bazı olumlu gelişmeler yaşandı: Üniversite ve sendikaların üzerindeki siyaset baskısı biraz azaltıldı, 1982 Anayasası’nın çok göze batan bazı kısıtlayıcı hükümleri törpülendi, Türkiye Bilimler Akademisi kuruldu.
SİYASAL İSLAM
Siyasal İslam Konusunun Sosyolojik Açıdan Çözümlemesi
Siyasal İslamcı olarak adlandırılan kesim, toplumun büyük çoğunluğunun Müslüman olması gerçekliğinden hareket ederek, demokrasi ile İslam’ın bağdaşmayacağını belirterek, toplumu “şeriat düzeni” olarak adlandırılan muğlak bir siyasi projenin tarafına çekmek peşindedir. Diğer deyişle, tüm Müslümanlarda içkin olduğunu düşündükleri “şeriat bilincini” açığa çıkarma hedefindedirler.
“Aşırı laikler” ise, kitlelerin din ile ilişkisini bir hobi olarak algılamakta ve gündelik yaşamı belirleyen temel saikin Batılılaşma projesinin tamamlanması olduğu düşüncesinden hareketle, İslam’ın demokrasi ile bağdaşmayacağı noktasında İslamcılar ile fikir birliğine ulaşmaktadırlar.
Oysa olayın, sosyolojik açıdan çok daha derin ve farklı boyutları bulunmaktadır.
Şerif Mardin’e Göre Nurculuk ve Siyasal İslam’ın İşlevi
Mardin, değişen ve çağdaşlaşan toplumlarda, dinin kaçınılmaz bir biçimde bireyin toplumla bütünleşme sorunlarını çözen en önemli mekanizma olarak işlevini sürdürdüğü ve sürdürmesi gerektiği görüşündedir.
Mardin, çağdaşlaşma yönündeki gelişmenin, laikliği getirdiği oranda, dini de toplumsal ve bireysel yaşamın dışına çıkardığını; böylece, bireyleri bir arada tutan “harcı” yok ettiğini belirtir.
Cumhuriyet’in, birey ile toplum arasında, İslam dini aracılığıyla kurulmuş olan bağları yok ettiğini ve bu nedenle bireyle devlet arasındaki bağların koptuğunu; İslam dininin ise, Said Nursi’nin Nurculuğu aracılığıyla bu bağları yeniden kurduğunu öne sürer.
Siyasal İslam ve Nurculuk konusundaki çözümlemesinde, Turner’den “kök paradigma” kavramını ödünç alır. Kök paradigmalar, “bireyler, açık seçik bir biçimde egemen kurallar ve usuller tarafından yönlendirilmediklerinde işe karışan ve bireyleri etkileyen, resmi sosyalizasyon araçlarının dışındaki öznel paradigmalardır.”
Bunlar, özel kavramlar ve terimler aracılığıyla, bireylere kültürel açıdan kabul edecekleri mesajları verir ve reddettikleri usullerin dışında bir sosyalizasyon sağlar.
Mardin’e göre Said Nursi, ‘adet ve kuralları’ kusurlu veya gücünü kaybetmiş bulan ya da bunların gayri meşru sayıldıklarını gören çok sayıdaki insana hitap etmektedir. Bu koşullarda kök paradigmalar, Said Nursi’nin etkisinin temelini oluştururlar.
Mardin, kök paradigmaların iki farklı işlevinden bahseder:
· Kişisel davranışlara rehberlik eden, ideal bir toplumun görünümü veren ‘harita’ işlevi görmeleri
· Kültürel anlamda da, bireyin toplumsal kurallara ve konumlara ilişkin algılamasıyla birlikte; görüntüleri, sesleri ve renkleri anlamlandıran araçları birbirleriyle kaynaştıran başlıklar olmaları.
Said Nursi’nin söyleminin, her iki işlevi de yerine getirdiği görüşündedir.
Mardin’e göre Nurcu hareket, Cumhuriyet’in başaramadığını -yani birey ile devlet arasındaki bütünleşmeyi- gerçekleştiren bir araç olarak ortaya çıkar.
Mübeccel Kıray’a Göre Bir Tampon Kurum Olarak Siyasal İslam
Kıray, “siyasal İslam”ın, ülke içi dinamikler açısından tampon kurum olduğunu; Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinde bir dönem için, “toplumu bütünleştirici ve dengede tutucu” ama aynı zamanda da “geçici” bir işlev yerine getirdiğini söyler.
Siyasal İslam’ın, “iç dinamik öğeleri açısından” yerine getirilen tampon mekanizma niteliği, 1970’lerin ortalarında en üst noktaya ulaşacak şekilde “dış dinamik” tarafından da desteklenmiştir.
Bu çözümlemeyi daha net kavramlaştırabilmek için, Kıray’ın tüm toplumlara atfettiği üç özelliği bilmek gerekir. Bunlar:
· Her toplum, her an için, hem değişme hem de denge halindedir
· Her toplumda, her an birbiriyle çatışma halinde olan öğeler vardır; değişmenin itici gücü olan bu durum, toplumların genel bütünlüğünü ve dengesini bozmaz
· Her toplum değişirken, kendinden önce değişmiş ve gelişmiş olan toplumların modellerini aynen ve sarsıntısız olarak izlemeyebilir, ama bu durum toplumsal bütünlüğün ve dengenin ortadan kalkmasını gerektirmez; bazı tampon kurumlar ve araformlar, bütünlüğü sağlar.
Yani, azgelişmişlerin gelişmiş ülke modellerini aynen izlemek zorunda olmadığını belirten Kıray, hem genel açıdan değişmeden hem de özel açıdan çeşitli öğeler arasındaki değişme hızı farkından doğan uyumsuzluk ile çatışmanın varlığına karşın, toplumsal bütünlük ile dengenin “tampon kurumlar” aracılığıyla her an korunduğunu belirtir.
Kıray, hem çatışma hem de denge aynı anda nasıl ortaya çıkıyor sorusunu şöyle cevaplıyor:
Örneğin, bazı kurumları feodal ve bazı kurumları da kapitalist nitelikte, bazı açılardan köylü ve bazı açılardan da sanayileşmiş özellikte olan bir toplum düşünülsün. Ortaya çıkan kentlerin, içleri köylülerle dolu. Böyle bir toplum, bütünlüğünü nasıl korur?
Tampon mekanizmalar açısından konuya yaklaşıldığında, azgelişmiş ülkelerin değişme dönemlerinde ortaya Batı toplumlarında görülmeyen çarpık yapılaşmalar çıkar. Toplumsal bütünlük ve dengeyi de bunlar sağlar. Bu örnekte söz konusu olan, şehirleşme yerine gecekondulaşmadır. Gerçek sanayileşme yerine, kapkaççı nitelikte üretimdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de feodal yapı çözülmeye başlayınca, bu paralelde ortaya gecekondulaşma ve montaj sanayi çıkmıştır. Bunlar, ne geride kalmış eski yapının ne de ileride gözüken yeni yapının kurumlarıdır; değişme sırasında ortaya çıkan ve dejenere özelliklerine rağmen toplumsal bütünlüğü sağlayan geçici nitelikteki denge kurumlarıdır.
Konuyu yeniden siyasal İslam’a getirirsek, ortaya çıkan çözümleme şu şekilde olacaktır:
Kırsal alanda yaşayan köylüler kentlere yerleştikleri zaman, bu insanlar ile devlet arasındaki köprüyü kuran “toprak ağası”nın işlevini yüklenen örgütler ile mekanizmalar, sivil toplum örgütleri ile sendikalar yeterince gelişmediğinden siyasal partiler olmuştur. Böylece, 1950-60 döneminde siyasi partilerin “ocak-bucak teşkilatları”, köylüler ile devleti bütünleştiren mekanizmalar olmuştur. 27 Mayıs ihtilali sonrasında, çatışma ve gerilim kaynağı oldukları gerekçesiyle bunlar kapatılınca, bu sefer aynı görevi siyasi partilerin “il-ilçe teşkilatları” üstlenmiştir. Ancak 12 Eylül sonrasında siyasi partilerin de kapatılmasıyla, aynı işlevi yüklenen “tarikatlar-cemaatler” olur. Buna göre Kıray, siyasal İslam’ın güçlenmesini, doğrudan doğruya tarikatların siyasal işlevleri yüklenmesine bağlar.
Bunun yanında Kıray, olayı bir de “dış dinamikler” açısından ele alır. Burada belirleyici olan da, “Soğuk Savaş” dönemidir. Sovyetlerin varlığı ve komünizm tehlikesi, hem ülke içinde bir İslam direnişinin oluşturulmasını hem de dışarıdan bir “yeşil kuşak” ile ülkenin sarmalanmasını zorunlu kılmıştır. Sovyetler dağıldığı zaman, bu iki gereklilik anlamını yitirmiş ve siyasal İslam’ın dış dinamiklerden aldığı destek ortadan kalkmıştır.
Kıray, iç ve dış dinamiklerin etkileşimi sonrasında siyasal İslam’ın geldiği yeri anlatırken şu saptamalarda bulunmaktadır:
· 1970’lerinortasındaABD’deard ardabaşageçenaşırımuhafazakarüç başkan döneminde, soğuk savaşın en önemli unsuru olarak geliştirilen ve toplumun genelinde körüklenen aşırı dozdaki bir dinselliği destekleyerek bunun siyasal yaşama hakim olmasını sağlamak için gösterilen çaba, Türkiye gibi sanayileşmekte olan toplumlarda olumlu ve olumsuz yönlerde geniş yankılar buldu.
· 1980’lerin başında evrensel olduğu ileri sürülen “siyasi İslam” tezleri, ABD’deki muhafazakar politikaların ardından; 1990’ların sonunda, Sovyetlerin dağılmasının ve “yeşil kuşak” projesinin uygulamaya sokulduğu ülkelerdeki gruplar arası mücadelelerin sonrasında, İslam’da reform yapılması ve yeniden tefsir edilmesi gerektiği yönünde dönüşüm yaratarak, ‘ılımlı İslam’ gibi ara biçimler oluşturdu.
· Eğer İslam sadece “dini motifler” içinde bırakılmış olsaydı, ne “radikal” ne de “ılımlı” biçimleri ortaya çıkacaktı. Küreselleşen dünyada, “siyasal İslam”ın Batı’dan kopuk ve otoriter bir düzen olarak yaşaması mümkün değildir. Soğuk Savaş’ın ardından hala “siyasal İslam” projesi devam ediyorsa, Batılı ülkelerin çıkarları ve politikaları doğrultusunda bunu desteklemelerindendir.
Huntington ve Küreselleşme Bağlamında Siyasal İslam Projesi
Küreselleşme bağlamında siyasal İslam’ı ele alan Huntington, soğuk savaş sonrası dünyada, din ağırlıklı kültür farklılıklarının egemen olduğu değişik uygarlıklar arasında bir çatışma ve denge ortamının meydana gelmekte olduğunu ileri sürer.
Ona göre, Sovyetler çöktükten sonra, insanlar arası farklılıklar da ideolojik/ siyasal ya da ekonomik olma özelliğini kaybetmiş; artık farklılıklar, kültürel etkenler üzerinden tanımlanmaktadır. Dünya,soğuk savaş döneminde olduğu gibi üçlü bir bölünme -Batı, Sovyet Bloku ve üçüncü dünya- yerine, sekiz ana uygarlığa göre gruplanmıştır. Bunlar: Batı, Çin, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika.
Böylece küresel politika tarihte ilk kez çok kutuplu ve çok uygarlıklı hale gelmiş olmaktadır. Modernleşme süreci, Batılılaşmadan başka bir şeydir; artık, anlamlı bir bütünlüğü olan evrensel bir uygarlık ya da batılı olmayan toplumların batılılaşması söz konusu olamaz. Buna göre, uygarlıklar arası güç dengesi değişirken, Batı’nın etkisi azalmakta ve Asya toplumlarının ekonomik/ askeri ve siyasal gücü artmaktadır. Müslümanlar da, istikrarı bozacak oranda nüfus patlaması yaşamaktadırlar.
Kısacası, uygarlıklar temeline dayalı yeni bir dünya düzeni kurulmakta ve kültürel yakınlığı olan toplumlar işbirliğine gitmektedirler.
Toplumları bir uygarlıktan ötekine aktarma çabaları başarısız olmakta ve ülkeler mensup oldukları uygarlığın lider devletleri etrafında gruplaşmaktadırlar.
Batı uygarlığının evrensel değerlere sahip olduğu iddiası, Batı’yı diğer uygarlıklarla daha fazla çatışma ortamına sokmaktadır. Batı için “evrensel” olan, diğer uygarlıklar için “emperyalizm” anlamına gelmektedir. Söz konusu çatışma en ciddi boyutlarını, Batı ile İslam ve Çin uygarlıkları arasında yaşayacaktır. Görüldüğü gibi asıl söylenmek istenen, bütün uygarlıkların birbirleriyle çatışma içine girecekleri değil, Batı ile İslam-Çin uygarlıkları arasında bir çatışmanın yaşanacağıdır. Buradaki tehlike, Batı’nın saldırganlığı, İslam’ın hoşgörüsüzlüğü ve Çin uygarlığının iddiacılığı arasındaki etkileşimlerin ortaya çıkaracağı çatışmalardır.
Batının varlığını sürdürebilmesi, hem Amerika’nın Batılı kimliğini yeniden onaylamasına hem de Batılı toplumların kendi uygarlıklarını evrensel olarak tanımlama yerine tek ve biricik olarak kabul ederek onu diğer toplumlardan gelen saldırılara karşı korumak için birleşmelerine bağlıdır.
Bu çözümlemede Huntington, birden çok uygarlığın etkisinde kalan ülkeleri “bölünmüş ülkeler” olarak tanımlar. Örneğin Meksika, Latin Amerika ve Batı uygarlıkları; Eski Yugoslavya, İslam/ Batı ve Slav-Ortodoks uygarlıkları; Rusya, Slav-Ortodoks ve Batı uygarlıkları; Türkiye ise, İslam ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.
Huntinton bu görüşleriyle, 21. yüzyıldaki yeni emperyalizmin kültürel temellerini atma hedefindedir. Batı uygarlığı değerlerinin evrensel olmamakla birlikte sadece Batıya özgü olduğunu söylerken, dünyanın geri kısmını “öteki” olarak işaret etmiş olur. Sosyal bilimler açısından farklılığa işaret eden “öteki” tanımlaması, “biz” duygusunun beslendiği temel etkendir. Batı dışı uygarlıkları “öteki” olarak ilan etmek yoluyla, bu uygarlıkların ne kadar modernleşirlerse modernleşsinler daima “öteki” olarak kalacaklarını ve Batı uygarlığı ile diğer uygarlıkların kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış olduğunu belirtmektedir. Böylece Huntington, Amerika/ Batı Avrupa/ Kanada/ Avustralya ve Yeni Zelanda dışındaki ülkelere, “siz farklısınız ve farklı olarak kalın, Batıya bulaşmayın” der. Bu çözümlemenin ardında yatan mantık şudur:
· Batı kendi kendine yeter,
· Sizin düşmanlığınız sayesinde, devamlı olarak kendi kendini yenileyecektir,
· Dünyadaki sınırlı nimetlerin paylaşılmasında, diğer uygarlıklar ancak Batı’nın uygun gördüğü paylaşım sürecine katılabilirler.
· Modernleşme ve benzeri süreçlerle, Batı’ya benzeyemez ve Batı’yla eşit koşullarda paylaşıma sahip olamazsınız.
Huntington’un Türkiye İle İlgili Görüşleri
Bu konudaki görüşlerini, Kemalizm’in analizi ve daha sonra da reddi üzerinden yapar.
Batı dışındaki uygarlıkların, hangi yolla olursa olsun “Batılılaşması” mümkün olmadığından; Atatürk’ün Müslüman ve feodal niteliklere sahip bir imparatorluktan “Batılı ve çağdaş bir devlet” ortaya çıkarma projesi, Huntinton tarafından tümüyle yadsınmaktadır.
Huntington’a göre, Batı uygarlığı dışındaki toplumların, Batılılaşmaya ve modernleşmeye tepkisi üç farklı şekilde ortaya çıkmaktadır:
· Reddiyecilik: Burada, hem Batılılaşma hem de çağdaşlaşma projeleri reddedilmektedir. Örnek, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Japonya’nın izlediği politikalardır.
· Kemalizm: Bu, hem Batılılaşmanın hem de çağdaşlaşmanın kabulü şeklinde ortaya çıkarken; Batı’ya, onun silahlarıyla cevap veriliyor. Örnek, Türkiye Cumhuriyeti.
· Reformculuk: Burada, çağdaşlaşma kabul edilirken Batılılaşma yadsınıyor. Örnek, Osmanlı’nın 1870-1920 arası dönemi ve Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın politikaları.
Huntington, günümüzdeki uygarlıklar ile onların geçirmiş olduğu tecrübeleri inceleyerek, her üç tepkinin de farklı nedenlerle, Batı dışı uygarlıkların “Batılılaşmasını” sağlayamadığını söyler.
Türkiye konusunda, Türkiye’nin Batı uygarlığı içinde ikinci sınıf bir ülke olmaktansa, İslam uygarlığı için de merkez-lider ülke olmasının daha uygun olduğunu söyler. Atatürk ülkeyi laik hale getirdiği için, İslam uygarlığı içinde Osmanlı’nın üstlendiği merkez-lider olma görevini Türkiye’nin devam ettiremediğini ve mevcut koşullar -laiklik- içinde devam ettirmesinin mümkün olmadığını belirterek, bu sorunun çözümü için yapılaması gerekenin ne olduğunu şu şekilde ifade eder: Batı’nın demokratik ve laik sistemi içinde yeteri kadar deneyim kazanmış olan Türkiye, İslam uygarlığının liderliğini yine yapabilir. Ancak bunun için, Rusya’da Lenin’in reddedildiğinden daha şiddetli bir şekilde, Türkiye’de de Atatürk’ün mirası reddedilmelidir. Bunu da, hem siyasal hem dinsel açıdan meşruiyet sahibi olan ve Atatürk’ün kalibresinde bir lider başarabilir.
Bu çözüm, Batı uygarlığı için büyük avantajlar sağlayacaktır: Kuzeyden gelecek komünizm tehlikesine karşı siper olarak Batı için önemi kalmayan Türkiye; yine de, Körfez Savaşı’nda olduğu gibi, güneyden gelecek diğer tehditler için hala önemli bir müttefiktir. Yani, Sovyetlerin çökmesinin ardından Türkiye, Ortadoğu politikası ve petrolleri için yeni bir rol üstlenmeli; Batı’nın bekçiliği, Batı içinde yer aldığından Ortadoğu’daki İslam ülkelerinin hoş bakmadığı bir Türkiye yerine, İslami düzenle yönetilen ve İslam dünyasının bir parçası olarak bu ülkelerle bütünleşecek olan Türkiye’ye yaptırılmak istenmektedir.
Huntington’un Görüşlerinin Eleştirisi:
Huntington’un ortaya koyduğu görüşler, bazı eksiklikler ve tutarsızlıklar içermektedir:
· Dini ve kültürel yapıya yaptığı vurguya karşın, tanımlanan uygarlıkların temel nitelikleri din/ mezhep/ ırk ve milliyet bazında büyük farklılıklar içeriyor. Söz konusu sınıflama, bir örnek bir kültürel ölçüte dayanmıyor. Bazen İslam uygarlığı gibi aynı dinden olmasına rağmen birbirinden çok farklı niteliklere sahip ülkeleri aynı gruba sokmuş; bazen de, aynı dinden olan Hıristiyan ülkeleri farklı gruplara ayrıştırmış. Eğer din bazında bir karşıtlık veya belirleyicilik söz konusu ise, Musevilik/ Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi üç büyük semavi din ile Budizm veya bunların mezhep farklılıkları ölçüt olarak kullanılmalıydı.
· Söz konusu uygarlıklar içinde, birçok yönden benzeşmeyen -Türkiye ve Libya gibi- ülkeler veya yıllarca birbiriyle savaşmış -İranve Irak gibi- toplumlar aynı grup içinde yer alırken; birbirine çok benzeyen -Uzakdoğu’daki Budist ya da Batı’daki Hıristiyan- toplumlar farklı uygarlıklar içinde birbirlerine karşıt olarak yer almış.
· Kültürleri birbirine benzeyen ülkelerin ittifak yapacaklarını belirtirken, uluslararası ilişkilerde çıkarların her türlü duygunun önüne geçtiği gibi çok temel bir ölçütü göz ardı etmiştir. Tarih boyunca görülen uluslararası ilişkiler, söz konusu ilişkilerde kültürel kimliklerin değil çıkarların daha önemli bir rol oynadığını göstermektedir. Bugün kültürel kimliklerin ulusal veya ekonomik çıkarların önüne geçmesine yol açacak etken nedeir?
· Kültürel antropolojide uygarlıkların birbirleriyle etkileşimlerini açıklayan, “akkültürizasyon” ve “inkültürizasyon”gibi“kültürleşme”ve“kültürlenme” süreçleri göz ardı edilmiştir. Birbiriyle ilişkide olan uygarlıklar, zamanla birbirini etkiler ve birbirinden etkilenirler. Böylece, gitgide birbirlerine benzemeye başlarlar. Bu nedenle, uygarlıkları kesin çizgilerle birbirinden ayırmak çok güçtür: Batı ve Latin Amerika uygarlıklarının ortak noktaları, farklılıklarından daha fazladır.
· Batılılaşma ve çağdaşlaşma ayrımı, hem çok net değildir hem de çağdaşlaşmayı teknik imkanların kullanımı olarak kabul etmek doğru olmaz.
· Burada Türkiye örneği yanlış yorumlanmıştır. Her çağdaşlaşma projesinin Batılılaşma ile aynı anlama gelmediği ve çağdaşlaşan ülkelerin kendi öz kültürlerini de belli ölçülerde koruyarak değiştiği gerçektir; ancak teknolojik yeniliklerin, toplumsal ve kültürel değişmeleriberaberinde getirdiği ve bu “bir örnekleştirici” etkinin kültürleri birbirine yaklaştırdığı da unutulmamalıdır. Bu bağlamda Türkiye, şu an hem kültürel açıdan hem de uygarlık açısından Batı’ya, İran veya Suudi Arabistan’a olduğundan çok daha yakındır. Ayrıca Türkiye’nin sürekli dönüşümü, Doğu yerine Batı uygarlığının kriterleri doğrultusundadır. Burada Huntington’un, toplumsal değişme sürecini yadsıyan ve toplumları statik varlıklar olarak gören çözümlemesi hatalıdır. Türkiye, öz kültürünü de koruyarak, sürekli olarak çağdaşlaşmaktadır. Bu süreç onu, nihai aşamada Batı ile olmasa da, Japonya gibi çağdaşlaşmış ülkelerle bütünleştirecektir.
· Türkiye’yi de kapsayacak şekilde, Batılılaşma süreci için, İslami değerlerin tümüyle yadsınması gerektiği belirtiliyor. Bu tip “toptancı yaklaşımlar” sosyal bilimler için doğru ve geçerli değildir. Hıristiyanlık içindeki bölünmeler, uygarlık farklılaşmaları açısından aşırı ölçüde bir değer ve anlam ifade ederken; İslam dini, ilk çıktığı dönemin koşulları içinde algılanarak, dogmatik ve “monolitik” bir yapı içinde değerlendiriliyor.
· Kültürel farklılıklar -ister dini ister ırki olsun- bu kadar önemli ve uygarlıklar arası çatışmaların belirleyicisiyse,niçinaynıdevletiniçindekifarklıkültürler-dini,mezhepsel,etnikfarklılaşmalar- açısından işlevsel olmuyor? Örneğin çok farklı kültürleri içinde barındıran Amerika’nın, bu tip iç çatışmaları yaşama riski taşıdığı görmezden geliniyor.
· Kültürel açıdan bölünmüş ülkeleri değerlendirirken, seçmen davranışlarını -yani oy dağılımını- belirleyici etken olarak kabul ederek, uygarlık farklılaşmaları gibi kültürel bir konu ile gündelik siyasal davranışların birebir örtüştüğü şeklinde yanılgıya düşmesi temel bir hata niteliğindedir.
· Uygarlıklar arası çatışmalardan kaçınılması gerektiği yönündeki görüşleri, Amerika’nın yaptığı Körfez Savaşı ve bunun sonuçları ile geçerliliğini yitirmektedir.
SİYASAL İSLAMIN, ÇAĞDAŞLAŞMA PROJESİNE KARŞI TEPKİ OLARAK GELİŞMESİ
Tekeli, günümüzde siyasal İslam’ın yükselişini, Osmanlı-Türk siyasal dönüşümü bağlamında görülen “modernite projesi” ile ilişkilendirmektedir. Diğer bir anlatımla, Cumhuriyet ideolojisi ile diyalektik bir etkileşim biçiminde ele alır.
Tekeli, Osmanlı dönemindeki çağdaşlaşma girişimlerini “utangaç modernite” aşaması olarak adlandırır. Şeriat yasalarının egemen olduğu bir toplumsal yapı içinde ortaya çıkan bu girişimler, Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşatma çabaları içinde, “İslam”ı ideolojik bir bütünlük veya uzlaşma öğesi olarak kullanmak yoluyla “modern anlamda siyasallaşmanın” ilk filizleridir.
Günümüzde siyasal İslam’ın yükselişini analiz etmek için, olaya Osmanlı’nın Batılılaşma çabalarından -yani Osmanlı’nın modernite projesinden- başlayarak yaklaşılmalıdır. Tekeli, tarihsel süreç açısından aşağıdaki gibi bir ayrıma gider:
· Devletin laikleştirilmesi çabalarının ön plana çıktığı Cumhuriyet dönemini, “radikal modernite aşaması” olarak,
· Çok partili dönemden başlayarak 1980’lere kadar devam eden ve siyasal İslam’ın devlet eliyle desteklendiği ‘diyalektik gelişim’ dönemini “popülist modernite aşaması” olarak,
· 1980 sonrasında siyasal İslam’ın yükselişe geçtiği dönemi ise, “modernite projesinin aşınma” evresi olarak nitelendirir.
Tekeli siyasal İslam’ı, “modernite projesinin” -yani Batılılaşma çabaları içinde Cumhuriyetçi ideoloji olarak Kemalizmin- diyalektiği açısından ele almış olur.
CUMHURİYET VE SİYASAL İSLAM
Cumhuriyetin kurulması, Müslüman toplumda dinin siyasal olarak kullanımını yasakladığı için, doğrudan doğruya siyasal İslam’a karşı bir girişim olarak nitelenebilir. Diğer deyişle, dine dayalı merkezi nitelikte feodal ve kozmopolit bir imparatorluk yerine, halk egemenliğine dayalı bir ulus-devlet inşa edilmişti. Bu çerçevede, İmparatorluğun sahibi olan Osmanlı ailesinin teorik açıdan egemenliğin kaynağı olarak kullandığı dini ve geleneksel ilkelerin yerini, Cumhuriyetle birlikte yine teorik olarak ulus-devletin yönetim ilkeleri olan millet iradesi ve halk egemenliği almıştır.
Bu aşamada ideolojik bir devrim yaşandığından, dirençle karşılaşılması da gayet normaldi. O dönemde “vatanseverliğin ölçütü”, “padişaha/ dine bağlılık ve hizmet etmek” olarak görülmekteydi. Ancak, “dine hizmet etmenin” ölçütü nedir ve dine kimin hizmet edip kimin etmediğini belirleyecek olan kimdir? Bunu belirleyecek, “en güçlü olandır.” Bu, bazen padişah ile çevresi bazen de ulema ile yeniçeriler olmuştur; buna göre, en güçlü olan mevcut “sistem”i de ifade etmektedir.
Atatürk, İmparatorluğun dayandığı kuramsal ve uygulamalı egemenlik kaynaklarını tasfiye amacıyla, Saltanat ile Hilafet’i kaldırmıştır. Saltanatın kaldırılması, Osmanlı ailesinin egemenliğine; hilafetin kaldırılması da, egemenliğin kaynağı olarak görülen İslam dininin “siyasal güç kaynağı olarak istismar edilmesine” son vermiştir.
İslam dini, ilk dönemlerinde, tüm semavi dinler gibi siyasal bir işlev yüklenmişti. Ancak dinsel inançlara dayalı egemenlik anlayışı, feodal toplum yapısının bir yansıması olan kozmopolit merkezi imparatorlukların tasfiyesiyle, bu siyasal işlevselliğini yitirmişti. Batı’da 16. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan laikleşme sürecinin son aşaması “Aydınlanma” olmuştur. Düşünsel düzeydeki bu hareketi, teknolojik düzeyde de sanayi devrimi izlemiştir. İkincisi ile birlikte, hem ulus-devlet hem de ulus iradesi ve halk egemenliği doğmuştur.
Atatürk Cumhuriyeti kurmakla, bu iki süreci kaçırmış olan millete, sanki bunlar yaşanmış gibi, bu doğrultuda bir toplum ve devlet sunmuştur.
ATATÜRK DEVRİMLERİ VE İMAM-HATİP OKULLARI
Atatürk’ü kendinden önceki yenilikçilerden ve özellikle İttihatçılardan ayıran asıl nokta, “egemenliğin kaynağı” doğrultusunda gerçekleştirdiği devrimdir. Kuramsal olarak, egemenliğin kaynağını dinden -ya da din adamlarından alıp- halka vermiştir.
Batı’da, doğal gelişim süreci içinde birer “sonuç” olarak ortaya çıkan bu reformlar, Türkiye Cumhuriyeti’nde egemenlik devrimi ile eş zamanlı olarak yapıldığından, zaman zaman asıl devrimin “nedenleri” sanılmış ve bu yüzden ağır saldırılara uğramıştır.
Siyasal İslam doğrultusunda, egemenliğin kaynağı bakımından “geriye dönüş”ü hazırlayan bazı oluşumlar görülmüştür. Örneğin, normal ve laik eğitimin yanında, imam-hatip adı verilen dinsel bir eğitim anlayışı öne çıkmıştır. Bu, bahsedilen mesleğin gereksinim duyduğundan çok daha fazla sayıda öğrenci alan ve bu mesleği icra etmesi söz konusu olmayan kızları da kapsayan bir eğitimdir. Bu okullar, çağdaş din adamlarının yetiştirilmesi için önem taşıyan kuruluşlardır. Ancak siyasal İslam’ı savunanlarca, bu okullar amaçlarından saptırılmış ve bu okullar yüksek öğretimin temeli haline getirilmeye çalışılmıştır.
LAİKLİK İLKESİ İSLAM DİNİNİ KORUMAYI AMAÇLAMAKTADIR
Günümüzde, ulusal egemenliği yadsıyarak, dini egemenliğe dayanan bir sistemi getirmek pek mümkün değildir. Burada çeşitli çelişkiler vardır:
· Egemenliğin kaynağı din ise, onun sözcülüğünü kim yapacaktır,
· Şeriat devletini savunanlar, Sünni bir şeriat devleti yerine Şii bir şeriat devletini ya da tam tersini kabul ederler mi?
· Din ve vicdan özgürlüğünün vazgeçilmez bir öğe olarak kabul edildiği günümüzde, devlet tek bir inancın temsilcisi veya uygulayıcısı olarak görülebilir mi?
Atatürk bu tip soruların cevaplarını, ulus-devlet kavramı içinde ve demokrasi doğrultusunda işleyen laik-cumhuriyetçi bir sistemle vermiştir. Böylece İslam dini, siyasal alanın dışına çıkarılmış ve dinin çağdaş siyasadaki oluşumlar karşısında hırpalanması önlenmek istenmiştir.
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCEYE KARŞI SUÇLAMALAR
Cumhuriyet, başından beri iki tür diktatörlüğe karşı olmuştur: Komünist devlet ile şeriat devleti. Batı tipi demokrasi doğrultusunda, sınıf diktatörlüğünü amaçlayan rejimler daima yasa dışı ilan edilmiştir. Bu nedenle Atatürk, dinci kesimler tarafından komünistlikle; komünistler tarafından da, faşistlikle suçlanmıştır.
ÇOK PARTİLİ DÖNEM VE SİYASAL İSLAM
Çok partili döneme geçildiği sırada görülen Bolşevik tehlikesi ile Sovyetler’in Türkiye’ye yönelik talepleri, sınıf diktatörlüğü taraftarlarının ciddi bir zemin oluşturmasını önlemiştir.
Ancak DP ile birlikte, din unsuru ön plana çıkmıştır. Bu dönemde yoğun olarak, “halka mal olmuş devrimler” ve “halka mal olmamış devrimler” tartışması yaşanmış; “modernite projesinden geri dönüşü simgeleyen” eylemler ortaya çıkmıştır. Tek parti döneminin yanlışları nedeniyle iktidar olan DP, siyasal İslam yönünde ödünler vererek, tabanda “kurumsallaşma” çabası içine girmiştir.
Bunun bilinen örneği, Meclis Grubu toplantılarından birinde Menderes’in, milletvekillerine hitaben yaptığı” Siz isterseniz Hilafeti bile geri getirirsiniz” şeklindeki konuşmadır.
Siyasal gücünü yitirme döneminde DP, güçsüzleştiği oranda, siyasal İslam’a yaklaşmış ve “demokratik ve laik devlet” kavramından ödün vermeye başlamıştır.
1961 ANAYASASI VE SİYASAL İSLAM
Yeni Anayasa, yeni özgürlükler getirmiş ve yeni ufuklar açmıştır. Özerk radyo, özerk basın ve özerk üniversite, her türlü düşüncenin tartışılabildiği özgürlükçü bir platform ortaya çıkarmıştır. Bu çerçevede, Cumhuriyet tarafından kesin biçimde yasaklanmış olan komünizm ve şeriat devleti yanlıları, hızla serpilme içine girmişlerdir.
Aydınlar, her tür sol ve sağ düşüncenin sınırsız bir özgürlük içinde tartışılmasından yana olmuşlardır. Daha önceki dönemlerde baskı altına olan bu akımlar, birbirlerine destek vererek bir gelişim göstermişlerdir. Liberal sağ ile liberal sol da aynı bakış açısını paylaşmış, “resmi ideoloji dayatmasına” karşı çıkmıştır.
Ancak bir süre sonra, demokratik sol/ devrim yanlısı sol ve anarşist solun ayrıştığı gibi, liberal sağ/ milliyetçi sağ ve dinci sağ da ayrışma göstermiştir. Bu çerçevede sağ yelpazeden iyice farklılaşarak, Anadolu sermayesi ile esnaf-zanaatkar kesimlerde sınıfsal bir taban oluşturanlar, Milli Nizam Partisi adı altında ve Erbakan önderliğinde partileşirler.
Yeni Anayasanın getirdiği özerk kurumlar ile temel özgürlükler, Demirel’i de zorlamaktadır. Ancak Menderes örneğinden dolayı sistemi zorlamaktan kaçınan Demirel, “iti kurda kırdırmak” ve “sokağı sokakla dengelemek” olarak siyasi tarihe geçen politikaları uygular ve ülkeyi kardeş kavgası içine sokar. Bunu sonu, 12 Mart müdahalesi ile biter.
12 MART SONRASINDA SİYASAL İSLAMIN GELİŞİMİ: CHP-MSP KOALİSYONU
Siyasal İslam’ın iktidarı, siyasi açıdan CHP-MSP koalisyonu sonrasında, düşünsel açıdan da Türk-İslam Sentezi ile başlamıştır. Bu koalisyon döneminde, Türk-İslam Sentezi sağın gündemine zaten egemen olmuş durumdaydı.
1960’larda başlayan ve 1970’lerde MC Hükümetlerinin kurulmasına yol açan ideolojik oluşumun kökeni, 1960’ların ikinci yarısından itibaren siyasi partilerin din ile ilişkisinde niteliksel bir değişim yaşanmasıyla başlar. 1961 Anayasası sol düşünceye geniş açılımlar sağlayınca, sağ partilerin dine bakışı da değişir. Muhafazakar gençler “Komünizmle Mücadele Dernekleri” içinde örgütlenirken, buralarda Türkçü ve İslamcı çevreler de bir araya gelir. İki kesim arasındaki mesafe ve karşıtlık giderek azalmaya başlar. Dinci kesim, dinsizlik tehlikesini artık devlet yerine komünizm içinde görmeye başlar. Liberaller dışındaki sağ yelpaze, İslam’ı komünizmin yayılımına karşı kalkan olarak görmeye başlar ve laikliğin bu kalkanı işlevsizleştirdiği düşüncesiyle laiklikten ödün verir.
Özellikle Türk-İslam Sentezinin savunucularından olan Aydınlar Ocağı tarafından, laikliğin aile-cemaat bağlarının gevşemesine ve gençliğin moral açısından dejenere olmasına yol açtığı, bundan dolayı da komünizmin yayıldığı savunulmuştur.
Bu ortamda kurulan CHP-MSP Koalisyonunda, Cumhuriyet tarihinde ilk kez “İslamcı” bir parti iktidara ortak olurken, siyasal İslam devlet içinde örgütlenme imkanına sahip oldu. Ancak siyasi nedenlerden dolayı koalisyon kısa sürede bozuldu. Ancak fırsatlar değerlendirilebilseydi, siyasal İslam’ın CHP ile ortaklığı, demokratik ve laik rejimin temelleri üzerindeki uzlaşmaya “İslamcıları” da dahil etme hususunda başarılı bir deneyim oluşturabilirdi.
BİRİNCİ MC HÜKÜMETİ: TÜRK-İSLAM SENTEZİ RESMİ İDEOLOJİ OLUYOR
Ecevit’in koalisyonu bozmasından sonra, yeni hükümet oluşumunda Türk-İslam Sentezi anlayışı ile bunun savunucusu Aydınlar Ocağı’nı yeniden gündeme getirdi. Ortadoğu gazetesinde yazan bu kesim, tüm milliyetçi partileri bir araya gelmeye davet etti. Bir süre sonra Milliyetçi Cephe Hükümeti kuruldu.
Ulusçuluğu ön plana çıkaran Türk-İslam Sentezi, milli kültüre sahip çıkılması ve Batı’ya karşı korunması görüşlerini temel alıyordu. Milli kültürün tanımı da, Selçuklu Devleti’nin Türk öğeler ile İslami öğeleri bir araya getirdiği sentez içinde yapılıyordu. 1980n sonrasındaki devlet anlayışını ciddi şekilde etkileyen bu sentez, yine de Türkçülük ile İslamcılık arasındaki mesafeyi ortadan kaldıramadı. Türkçüler CKMP/MHP ve İslamcılar MNP/MSP çatısı altında partileşmişlerdi.
Cumhuriyet içinde İslamcı bir partinin kurulmuş olması, üstü kapalı veya açık şekilde şeriat taleplerinin de dile getirilmesine yol açtı. Bu, İslam’ın kamusal alanı da düzenleme talebi demekti.
12 EYLÜL: SİYASAL İSLAMIN
ULUSLARARASI DESTEĞE VE DEVLET DESTEĞİNE KAVUŞMASI
Bütün siyasal partileri kapatan 12 Eylül darbecileri, muhtaç oldukları toplumsal desteği stratejik olarak din öğesinde aradılar. Örneğin din derslerinin Anayasal zorunluluk haline getirilmesi siyasal İslam’ın güçlenmesine yol açtı.
Bülent Ulusu’nun Başbakanlığı sırasında İmam-Hatip mezunlarına mesleklerinin gerektirdiği İlahiyat Fakülteleri dışında diğer yüksek öğrenim kurumlarına da girme hakkı tanındı. Bu kararla, din öğrenimi meslek eğitimi olmaktan çıkarılıyor ve normal eğitime alternatif ikinci bir eğitim sistemi olarak meşrulaştırılıyordu. Böylece, Cumhuriyet’in en önemli getirilerinden ‘eğitimin birliği’ni amaçlayan “eğitim devrimi” işlevsizleştiriliyordu.
Ayrıca, yurt dışı etkinliklerde imamların maaşlarının ödenmesi için “Rabıta” örgütü ile kurulan bağlar, siyasal İslam konusunda -uluslararası örgütlerle işbirliği” sağlamış oluyordu.
ÖZAL DÖNEMİNİN SİYASAL İSLAMLA BÜTÜNLEŞMESİ
12 Eylül sonrası seçimlerde İslami kesimin oylarının gideceği en uygun parti olduğundan, Özal bu kesimin hemen hemen tüm desteğini aldı. Aynı destek 1984 yerel seçimlerinde de sürünce, siyasal İslam ANAP içinde “devletle bütünleşmiş” oldu. Parti kadrolarını oluştururken de, siyasal İslam eğilimini dikkate almış ve bu çevrede ağırlığı olan isimleri etrafına toplamıştı. Tarikat şeyhleri ve cemaat liderleriyle olan kişisel ilişkileri sayesinde, toplumdaki “İslami lider” imgesini pekiştirdi. Bu çabalarının doruk noktasını, Ceza Yasası’nın 163. maddesini kaldırmak oluşturdu.
ÖZAL’IN MİRASI:
YENİ LİDERLER YENİ BUNALIMLAR
Özal’ın ölümü sonrasında, İnönü’nün desteğini alan Demirel cumhurbaşkanı oldu. Boşalan DYP Genel Başkanlığına ise, yapılan olağanüstü İsmet Sezgin ve Köksal Toptan gibi güçlü rakipleri geride bırakarak kongrede oyların büyük kısmını alan Çiller geldi. Bu tercihte, tarihsel olarak kırsal kesimden beslenen partinin, çağdaşlaşma ve şehirleşme özlemleri yatıyordu.
Diğer gelişme de, Demirel Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, SHP Genel Başkanı İnönü’nün siyaseti bırakması ve bir süre sonra yapılan Kongre’de Aydın Güven Gürkan’ı geride bırakan Murat Karayalçın’ın başa gelmesiydi.
Demirel’in Çankaya’ya çıkması ve İnönü’nün siyaseti bırakmasıyla, DYP-SHP Koalisyonu yoluna yeni iki başkanla devam etti. Bu dönemde, zamanının büyük kısmını Başbakan Yardımcılığı görevine ayıran Karayalçın partisi üzerindeki denetimi kaybederken; kadın olmasının avantajını kullanan Çiller, yurt içi ve yurt dışında kendisine açılan kredi ile partisi ve hükümet üzerinde büyük bir egemenlik kurmuştu.
1994 YEREL SEÇİMLERİ: REFAH PARTİSİ’NİN YÜKSELİŞİ
Yeni liderlerin başında bulunduğu Koalisyonun ilk sınavı, 27 Mart 1994’deki yerel seçimler oldu. Burada oy dağılımı şöyle gerçekleşmişti: DYP, oyların 21.4’ünü alarak birinci; ANAP, 21.0 ile ikinci; RP, 19.1 ile üçüncü; SHP, 13.6 ile dördüncü; DSP, 8.8 ile beşinci; MHP, 8.0 ile altıncı ve CHP, 4.6 ile yedinci parti olmuştu.
Ancak seçimlerin asıl galibi, üçüncü parti olmasına rağmen, oylarını hemen hemen ikiye katlayan ve Ankara ile İstanbul belediyelerini kazanan RP oldu.
Eski partilerin yeniden açılması, SHP dışındaki partiler için sorun oluşturmamıştı. DYP ile RP’nin Genel Başkanları sonradan oluşturdukları örgütlerine tümüyle hakimdiler. Ecevit’in partisi içine eski CHP’lilerden hiçbirini istememesi, Baykal’ın SHP Genel Sekreterliğinden ayrılarak Genel Başkanlık savaşı başlatması, CHP’nin yeniden açılması ve İnönü’nün siyasetten çekilmesi gibi etkenler, solun oylarını önemli ölçüde düşürdü.
Bu seçimler, 12 Eylül yönetiminin, orta sağ ile orta solu kendi içlerinde bölerek, siyasetin normal akışını engellemesi anlamına geliyordu.
Bu arada, 1994 yerel seçiminde yüzde 13 oy alan SHP ile yüzde 4 oy alan CHP “eşit koşullarda” birleşme müzakerelerine başladı. Müzakerelerde oy oranlarının eşit olmamasına rağmen birleşme koşullarının eşit olarak görüşülme sebebi, SHP Genel Başkanı Karayalçın’ın parti örgütüne hakim olamamasıydı. Sonuç olarak, Hikmet Çetin’in geçici Genel Başkanlığında CHP çatısı altında birleşildi. Daha sonra yapılan kurultayda ise, Baykal Genel Başkanlığı kazandı. Bunun ardından, Baykal ile Çiller arasında sancılı bir süreç başladı.
1995 SEÇİMLERİ: SİYASAL İSLAMIN İKTİDARI VE YOL AÇTIĞI BUNALIMLAR
Erken seçim şartıyla kurulan Çiller-Baykal koalisyonu, 24 Aralık 1995’te Genel Seçimlere gitti. Seçim sonuçları hem iktidardaki koalisyon partileri hem de ana muhalefet partisi açısından tam bir yenilgiydi. DYP iktidarda ANAP ise muhalefette oy kaybederek yüzde 19’larda kalmışlardı.
ANAP, oylarını BBP ile ittifak yaparak almıştı. Ancak seçimlerden sonra ANAP’ın Refah ile koalisyon kurmayacağı ve DYP ile ortak olacağı belli olunca, bu 8 milletvekilinden 7’si ANAP’tan istifa ederek partilerine geri döndü.
Ayrıca, DYP ile MHP arasındaki seçim ittifakı gerçekleşemediğinden her iki parti de zarara uğradı: MHP baraja takılarak meclise giremedi, DYP ise merkez sağın birinciliğini kaçırdı.
Sol ise, bölünmüşlüğünü korudu. CHP, yüzde 10 barajını zar zor aşarken; Ecevit, CHP’nin 4 puan önünde solun birinci partisi oldu.
ÇİLLER HAKKINDA YOLSUZLUK İDDİALARI VE REFAH’A KARŞI TAVIR
1995 seçimlerini tüm partiler açısından özellikle iki propaganda belirledi: Başbakan Çiller ile ailesi hakkındaki yolsuzluk iddiaları ile seçimlerden birinci parti olarak çıkacağı anlaşılan Refah’ın Siyasal İslam’a dayalı tutumu ve bunun rejime karşı oluşturduğu tehdide karşı takınılan tavır.
DYP dışındaki partiler, bir yandan seçimlere birinci parti olarak giren Çiller’in yolsuzlukları üzerinde odaklaşırken, diğer yandan da Refah’ın yükselişini “rejim sorunu” olarak ele aldılar.
Bu duruma Çiller’in takındığı tutum ise, hem hakkındaki tüm iddiaları yadsımak hem de kitlelerin desteğini alarak merkez sağın liderliğine oynamak için kendini “laikliğin güvencesi” olarak sunmasıydı. Bu propaganda, siyasal İslam’a yakın olan isimleri milletvekili aday listesine alan ANAP’a karşı taktiksel başarı kazandı. Bu anlamda Çiller, seçim propagandasını hem Refah’a hem de ANAP’a karşı laiklik ilkesi temelinde yürüttü.
ANAP ise, seçim propagandasını, Çiller hakkındaki yolsuzluklar üzerine kurmuştu; Çiller’in servetinin kaynağı, Amerika’daki gayri menkulleri nasıl edindiği, özelleştirme ihalelerine müdahale edip etmediğin ve eşinin devlet ihalelerinden komisyon alıp almadığını kampanya malzemesi olarak kullanıldı.
Ecevit, “milliyetçi sol” olarak adlandırdığı bir yaklaşımı öne çıkartırken; Baykal, “yeni sol” sloganı altında, ne olduğu tam açıklanamayan bir programla kamuoyunun karşısına çıktı.
Anlaşılacağı gibi, sağdaki ve soldaki tüm partiler seçmenlere proje ve program sunmak yerine birbirlerinin olumsuz yönlerini öne çıkardıklarından, seçim “negatif siyaset” üzerine inşa edildi. Seçmene umut vaat eden ve gerçekçi olmasa da bir program sunan tek parti Refah oldu.
REFAH BİRİNCİ PARTİ OLUYOR
Sistem dışı kalarak, “negatif siyaseti” sadece diğer partilere karşı değil sistemin tümüne yönelten Refah, seçimlerden birinci parti olarak çıktı.
Hem iktidarı hem de sistemi temelinden eleştiren Refah, sosyal demokrat sloganlara dayalı olarak “adil düzen” adını verdiği bir programı savunmaktaydı. Çeşitli belirsizlikler içeren program, diğer partilerin sürekli olarak birbirlerini olumsuzlamaları nedeni ile seçmenin gözünde bir anlam kazandı. Böylece Refah, “yozlaşmış sistemin” alternatifi haline geldi.
Bu arada, kapı kapı dolaşarak seçmenlerle yüz yüze görüşmeye dayalı bir propaganda izleyen Refah, çağdaş demokrasilerdeki seçim kampanyalarının tüm gereklerini de başarılı şekilde yerine getirmişti. Bu kampanyada en büyük desteği, hem kadınlar hem de diplomalı partililer verdi. Zaten Erbakan, İmam Hatip Okulları mezunlarını, partinin oy tabanı ve doğal müttefikleri olarak görmekteydi.
Bunun yanında, Sovyetlerin çökmesinin ardından kapitalist düzene karşı radikal bir seçenek haline gelen Siyasal İslam, uluslar arası konjonktür bakımından da Refah’ın işine yaramıştı.
Bütün bu öğelerin birleşmesi sonucunda Refah, büyük kentlerin varoşlarında yaşayan ve sistemle bütünleşmekte zorluk çeken yoksul kesimler için umut oldu. Ayrıca, varoşlarda yaşayan kesimlerin siyasal İslam’ı toplumsallaştıran cemaatler vasıtasıyla sorunlarına çözüm aramaları, Refah’ın oy tabanını arttırıcı etkiler arasındaydı.
REFAH’SIZ KOALİSYON ARAYIŞLARI
Seçimlerden birinci parti olarak çıkan Erbakan, hükümeti kurmakla görevlendirildi.
Ancak, bu sırada Çiller ile Yılmaz arasında koalisyona yönelik temasların başlamasıyla, parlamentoda çoğunluğa sahip bir ortaklık kurma şansı kalmayan Erbakan görevi iade etti.
Bunun üzerine Demirel, Meclis’te en fazla ikinci sandalye sayısına sahip olan Çiller’e hükümeti kurma görevi verdi. Seçim kampanyasını laiklik ilkesi üzerine oturtan Çiller, bu söylemi doğrultusunda Erbakan ile hiç görüşmedi ve doğrudan ANAP’a yöneldi. Ancak, Çiller ile Yılmaz’ın “dönüşümlü başbakanlık” üzerinde anlaşamamaları nedeni ile Çiller de görevi iade etti.
Cumhurbaşkanı, bu kez görevi Yılmaz’a verdi. İlk temasını Çiller’le yapan ve reddedilen Yılmaz, Erbakan ile koalisyon görüşmelerine başladı. Anlaşma sağlanmak üzereyken, ANAP tabanından gelen tepkiler ve Refah’ın bazı istekleri yüzünden Görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Araya bazı politikacıların girmesiyle, Yılmaz-Çiller diyalogu yeniden başladı ve ilk sıra Yılmaz’da olmak kaydıyla dönüşümlü başbakanlık formülü kabul edilerek “Anayol” olarak adlandırılan 53. Hükümet kuruldu.
Bu sırada, DYP ile Refah arasındaki ilişkiler iyice gerildi. Meclis, Çiller aleyhine Refah’ın verdiği TEDAŞ ve TOFAŞ ihalelerindeki yolsuzluklarla ilgili soruşturmaların açılmasına karar vererek, Çiller’i Yüce Divan’a götürecek yolu açtı. Böylece Yılmaz, Çiller’in desteğiyle kurduğu ortaklığı, Çiller’i yıpratmak için kullanıyordu.
Bu gelişmeler üzerine DYP koalisyondan çekildi ve Anayol hükümeti istifa etti. Yeni hükümeti kurma görevi yeniden kendisine verilen Erbakan, Çiller aleyhindeki “örtülü ödenek soruşturmasının” reddedilmesini sağlayınca, iki parti arasında yakınlaşma başladı.
REFAHYOL HÜKÜMETİ: SİYASAL İSLAM, ÇİLLER’İN DESTEĞİ İLE İKTİDAR OLUYOR
Yakınlaşmanın sonucunda, ilk sıra Erbakan’da olmak üzere, “dönüşümlü başbakanlık” formülü devreye girdi ve Refahyol hükümeti kuruldu. Yeni kabinede Erbakan Başbakan olurken, Çiller de Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olmuştu.
Böylece Erbakan, Cumhuriyet tarihinde ilk kez, şeriat istemindeki siyasal İslam adına, demokratik rejimin kurallarına uygun olarak ve normal yollarla Başbakanlık koltuğuna oturdu. İşin ilginç yanı, bu koltuğu getiren destek kadro ve ideoloji açılarından kendisine yakın olan ANAP değil, seçim kampanyasını “Refah düşmanlığı” üzerine oturtan Çiller’di.
Bu koalisyonun mantığı, yolsuzluk iddialarıyla köşeye sıkışan Çiller’in çaresiz biçimde çıkış araması ve Başbakanlık şansı yakalayan Erbakan’ın siyasal İslam’ı iktidara taşımak istemesiydi.
DYP’DE ÇÖZÜLME: DEMOKRATİK TÜRKİYE PARTİSİNİN KURULMASI
Çiller hakkındaki yolsuzluk iddiaları ve parlamentoya girecek adayların seçiminde keyfi davranış sergilenerek parti içi demokrasiye yer verilmemiş olması, hem parti örgütünde hem de meclis grubunda ciddi bir muhalefet ortaya çıkarmıştı.
Muhalefetin başını, Çiller’e karşı olduğu için partiden ihraç edilen ve koalisyona karşı olan Hüsamettin Cindoruk çekiyordu. Ancak parlamento dışında kalmış olan Cindoruk, bu muhalefeti İsmet Sezgin ve etrafındakiler aracılığı ile yürütmekteydi. Çiller’e muhalif olan bu 10 milletvekili, Refahyol hükümetinin güven oylamasında “red” oyu kullanınca DYP’den ilk kopma gerçekleşti. Bu milletvekilleri, Cindoruk’un Genel Başkanlığında DTP’yi kurdular. Çiller ile DYP’nin yazgısını etkileyecek olan bu parti, Refahyol hükümetinin iktidardan uzaklaştırılması sırasında, ANAP ile DYP’nin ortağı olarak önemli bir rol oynadı.
SUSURLUK SIKANDALI: DEVLET-MAFYA-POLİTİKACI İLİŞKİLERİ
Özal döneminde, devlet içinde iki önemli yozlaşmanın tohumları atılmıştı.
Birincisi, devletin üst kademelerindeki bazı politikacı ile bürokratların, mafya olarak bilinen yeraltı dünyası ile yakın ilişkiler kurmasıydı. İkincisi, devletin içinde, klasik emniyet ve asayiş güçleri dışında, “istihbarat toplamak amacıyla” yeni ve gizli güvenlik örgütlerinin ortaya çıkmasıydı
Bu oluşumlar sonucunda, İstanbul ile Güney Doğu’da yasa dışı faaliyetler yaygınlaştı ve cinayetler başladı.
Artık, yeraltı dünyasının kendi arasındaki hesaplaşmalara, bazı emniyet görevlileri de taraf olarak katılırken, diğer yandan masum vatandaşlar kaza kurşunlarıyla yaşamlarını yitirmeye başladı.
Bu yozlaşmanın en karakteristik örneği, 3 Kasım 1996 gecesi Susurluk yakınlarındaki bir kaza sonrasında kamuoyunun gözleri önüne serildi. Kazada, Emniyetin eski müdür yardımcılarından Hüseyin Kocadağ ile üzerinden sahte kimlik çıkan ve kanunen aranmakta olan Abdullah Çatlı ölürken, DYP milletvekillerinden Sedat Bucak da yaralandı.
Olay üzerine, TBMM “araştırma komisyonu” kurdu. Burada yapılan tahkikatlar sonucunda ortaya çıkan tablo ilginçti: Devletin bazı görevlileri, PKK ile mücadele ederken, bu terör örgütüne mali destek veren çeşitli kişiler ile mafya liderlerini bertaraf etmek için cinayet dahil çeşitli yollara başvuruyorlardı; ayrıca, içinde uyuşturucu kaçakçılığının da bulunduğu pek çok yasadışı işin içine girmişlerdi. Bu gizli ve yasadışı örgütlenme, bir süre sonra da kişisel çıkarlar için kullanılmaya başlanmıştı.
İşin ilginç yanı, devletin güvenlik ve istihbarat örgütlerinden olan MİT, JİTEM ve Emniyet İstihbaratı aralarındaki rekabetten dolayı birbirlerini suçlayan açıklamalarda bulunmuşlar, bu yolla Susurluk skandalının aydınlanmasında önemli bir rol oynamışlardı.
Bu yasadışı ilişkilerde, özellikle Özal ile Çiller’in sık sık adı geçti. Susurluk Komisyonu önemli gerçekleri ortaya çıkarmasına rağmen, Erbakan-Çiller hükümeti sorumluları cezalandırmak için yeterince hızlı davranmadı. Tek gelişme, yasadışı ilişkiler içinde adı çok fazla öne çıkan dönemin Emniyet Genel Müdürü olan ve koalisyonda da Bakan olarak bulunan Mehmet Ağar’ın kamuoyu baskısıyla istifa etmesiydi. Ancak bunun ötesine geçilemedi. Bunun üzerine yozlaşmaya tepki olarak kamuoyunda “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” adı verilen eylemler yaygınlaştı.
Bu sırada, söz konusu yozlaşma ile uzaktan yakından hiçbir ilişkisi bulunmayan Refah Partisi, ortağını yalnız bırakmamak için, eyleme karşı olumsuz tavır koydu. Devlet-siyaset-mafya üçgenine karşı “temiz toplum özlemlerini” hedefleyen eylem, bir süre sonra Refahyol iktidarına karşı bir nitelik kazandı. Bunun çeşitli nedenleri vardı:
· Dönemin İstanbul Belediye Başkanının, “demokrasi bir amaç değil bir araçtır” söylemi,
· Erbakan’ın üniversitelerdeki türban olayları konusunda “rektörler türbanlı öğrencilerin önünde selam duracaktır” açıklaması,
· Erbakan’ın siyasal islamın gövde gösterisi olarak Taksim Meydanı’na büyük bir camii yapılması projesini yeniden gündeme getirmesi,
· Erbakan’ın Başbakanlık konutunda çeşitli tarikat şeyhlerine yemek düzenlemesi,
· Ankara’nın Sincan İlçesi Belediye Başkanının “Kudüs gecesi” diye bir anma gecesi düzenleyerek, İran Başkonsolosunun da katıldığı bu gecede Humeyni rejimini öven ve “şeriatı gerekirse enjeksiyonla aşılayacağız” gibi rejim karşıtı konuşmalar yapması.
Özellikle son gelişme sonrasında TSK, Sincan’dan tanklarını geçirerek büyük bir gövde gösterisinde bulundu. Ardından, askeri ve sivil makamlardan çok sert tepkiler geldi ve ortam gerildi.
28 ŞUBAT BELGESİ
Bu gelişmeler üzerine MGK, 28 Şubat 1997 tarihli toplantısında çeşitli kararlar aldı.
Bazı kesimlerce “post-modern darbe” olarak nitelenen bu kararlar, ortaya çıkan “rejim sorunu” karşısında kriz durumuna geçilmesini ifade ediyordu. Kararlar, Refah’ın iktidardaki kadrolaşmasına ve şeriat devletine yönelik özlemlerine karşıt bir nitelik sergiliyordu. Buna göre:
· En önemli karar, 8 yıllık kesintisiz temel eğitim konusundaydı. Böylece, ilkokuldan hemen sonra başlayan İmam-Hatip eğitimi, ortaokul yerine lise seviyesine erteleniyordu.
· Dergahlar, tarikatlar ve Kur’an kurslarının kapatılmasını öngörüyordu.
· Pompalı tüfek satışları kontrol altına alınıyor, pompalı tüfek sahiplerinin dökümü çıkartılıyordu.
· Tarikatların denetimlerindeki finans kuruluşları ile holdinglerin yakından izlenmesi isteniyordu.
· İrticai faaliyetleri nedeniyle ordudan atılan subay ve astsubayların, belediyelerde istihdam edilmemeleri talep ediliyordu.
İşin ilginç yanı, siyasi yaşamına Nurcu kesimin desteğiyle atılan ve bu kesimi uzun süre oy deposu olarak gören, 28 Şubat kararları imzalandığı dönemde de Cumhurbaşkanı olan Demirel, bu kararları ordudan sonra sahiplenen ikinci ciddi kademe oluyordu. Ayrıca bu dönemde kamuoyu liderlerine yönelik brifingler başlatan Genel Kurmay, ciddi bir kamuoyu oluşturma çabasındaydı.
Bu dönemde pek çok gelişme yaşandı. Başını Mesut Yılmaz’ın çektiği ve bazı DYP’li milletvekillerinin de içinde bulunduğu bazı politikacılar, Refahyol hükümeti istifa etmediği taktirde askerlerin yönetime el koyacağını duyuruyor ve yeni siyasi oluşumlara zemin hazırlıyorlardı. Çillerin yakınında olan bir çok isim ordunun ciddiyetini görünce, parti içinde ciddi bir muhalefet hareketi başlatmışlardı.
Tüm bu gelişmeler sırasında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da, mevcut demokratik düzene karşı çıktığı ve şeriat özlemleri içinde olduğu gerekçesi ile siyasal partiler yasasına göre, Refah’ın kapatılması için Anayasa Mahkemesine dava açtı.
ERBAKAN İSTİFA EDİYOR
Yoğun kamuoyu baskısı sonrasında hükümet, çözümü erken seçime gitmekte buldu. Bunun üzerine Çiller, Başbakanlığın kendine devrini istedi. Aynı zamanda bu yolla, toplumdaki tansiyon düşürülecek ve seçime öyle gidilecekti.
Böylece Refah Partisi, Refahyol hükümetine karşı girişilen kampanyaya, erken seçim kararıyla meydan okuyordu. Erbakan, kamuoyu araştırmalarında Refah’ın hala birinci parti olmasına güvenmekteydi.
Dönüşümlü başbakanlık ilkesine göre başbakan değişikliğinin gerçekleşmesi ve Çiller’in Başbakan olabilmesi için Erbakan Cumhurbaşkanı’na istifasını verdi.
CHP DESTEKLİ ANAP-DSP-DTP KOALİSYONU
Ancak Demirel, “dönüşümlü başbakanlık” koşulunu kabul etmeyeceğini ve Erbakan’ın istifası üzerine hükümeti kurma görevini Çiller’e vermeyebileceğini hissettirdi.
Demirel hükümet kurma görevini, Yılmaz’a verdi. Bu arada DYP’deki çözülme hızlanmış, milletvekillerinin bir kısmı istifa ederken bir kısmı da Yılmaz Hükümetine güvenoyu vereceğini açıklamaktaydı.
Sonuç aşamasında Yılmaz, Ecevit/ Cindoruk ve Baykal ile anlaştı. Yılmaz’ın Başbakan olduğu hükümette, Ecevit ile Sezgin Başbakan Yardımcısı olurlarken CHP dışarıdan destekledi.
Kamuoyunda “Anasol-D” olarak bilinen hükümet, TSK güdümünde ve “şeriat tehlikesine” karşı kurulmuştu. Hükümetin dört ana hedefi vardı:
· Refahyol Hükümeti sırasında başlayan devlet içindeki siyasal İslamcı kadrolaşmayı tasfiye etmek,
· Sekiz yıllık eğitim gibi, şeriatçı gelişmeleri uzun dönemde durduracak yapısal önlemler almak
· “Temiz toplum” anlayışına uygun olarak yasal, idari ve siyasi süreçleri başlatmak. Bunun için de, yolsuzluk iddialarının üzerine gitmek ve “devlet-mafya-politikacı” üçgeni hakkındaki soruşturmaları derinleştirmek,
· Ülkeyi erken seçime götürmek için gerekli hazırlıkları yapmak.
Ancak, ANAP’ın da kendi içinde çıkmazları vardı. Partideki bazı önemli isimleri oluşturan muhafazakar milletvekilleri, özellikle sekiz yıllık zorunlu eğitime karşı çıkıyorlardı.
Aslında hükümetin misyonu, TSK’nın 28 Şubat müdahalesinden sonra, rejimi kurtaracak acil önlemler almaktı.
EKONOMİ
Osmanlı ekonomisi, kapitülasyonlar ile dış borçlar sonrasında, Batı’nın denetimine girmişti.
Osmanlı Borçlarının Kökeni: Savaşlar ve Reformlar İçin Kaynak Gereksinimi
İngiliz elçisi Cunning, önerdiği reformların mali olarak desteklenmesi için dış borçlanmaya gidilmesini önermişti. Bu, siyasal bağımlılığa yol açabileceği için ilk zamanlarda kabul edilmediyse de, 1852 yılında ilk borçlanma gerçekleşti ve 1854 Kırım Savaşı’nın ardından tahvil karşılığı borçlanmalar tırmanışa geçti.
Burada diğer bir etken de, Osmanlı ekonomisinin yapısı ve kötü yönetilen hazineydi.
Sürekli daha yüksek faiz oranları ile alınan borçlar, ekonomi üzerine ek baskılar getiriyor; ekonomi, dış borçların ana paraları ve faizlerle güçsüzleştikçe, yeni borçlanmalara gidiliyordu.
Sonuç olarak, Muharrem Kararnamesi ile Osmanlı borçları birleştirildi ve 1881 yılında Düyun-u Umumiye yönetimi olarak adlandırılan örgüt yoluyla İmparatorluğun mali kaynaklarına el konuldu. Bu örgüt, İmparatorluğun tümüyle yabancıların denetimi altına girmesi anlamını taşıyordu. Başlangıçta devlet tekelleri ile gümrük vergilerinin yönetiminden sorumlu olan örgüt, kısa sürede İmparatorluk gelirlerinin üçte birine el koydu.
Osmanlılarda Ticaret: Bağımlılığın Tarihsel Kökeni
Türkler Anadolu’ya geldiğinde, ticaret Bizanslıların denetimindeydi. Selçuklular Anadolu’yu aldığı zaman, Hıristiyanlarla doğrudan ticari ilişki içine girdiklerinden, ekonomik açıdan Bizans güçsüzleşmeye başlamıştı.
11. yüzyıl sonlarında Haçlılar Suriye ile Antakya’yı alınca, Doğu Akdeniz ile Avrupa arasındaki ticaret, Bizans’ı dışladı ve bu durum İmparatorluğun ekonomik olarak çöküşüne yol açtı. Doğu Akdeniz’de küçük devletler biçiminde örgütlenen Haçlı kalıntıları, Anadolu ile Batı arasından ekonomik bir köprü görevi görünce, bu durum 13. yüzyıl sonlarında Avrupa’da ciddi bir sermaye birikimine yol açtı. Bu dönemdeki ekonomik ilişkilerin ardında yatan belirleyici öğeler şunlardı:
· Papa, Müslüman devletlerin ekonomilerine karşı, Doğu Akdeniz ticareti üzerinde kısıtlamalar getirmişti. İtalyan tüccarlar, Anadolu ve Bizans üzerinden Batı’ya sürekli sermaye aktarıyorlardı.
· Batı’da ortaya çıkmaya başlayan ulus-devletler, ticareti devlet eliyle desteklemeye başlamışlardı
· Batı’nın sermaye merkezleri arasındaki yoğun etkileşim, üretim ilişkileri açısından Doğu’yu dışarıda bırakarak, onu sadece hammadde üreticisi haline getirdi ve Batı’ya bağımlı kıldı,
· Anadolu’nun Moğol saldırısına uğraması, Müslüman dünyadaki ekonomik kargaşayı arttırdı.
Osmanlılar Anadolu’yu ellerine geçirdiklerinde, yüksek göç oranı ve Bizanslılarla işbirliği, ekonomik açıdan geçici bir canlanmaya yol açtı. Bu canlanma, savaşlarla ele geçirilen ganimetlerin Rumeli’den Anadolu’ya aktarılmasıyla daha da güçlendi.
Ancak, ekonomik etkinliklere yerine Osmanlı’nın üstün yöneticilik niteliklerine dayanan bu canlanma, “yapay” bir nitelik taşıyordu. Bu yüzden, bir süre sonra ortadan kalkması doğaldı.
Bunun yanında, Doğu Akdeniz kapitülasyon adı verilen ayrıcalıklara dayalı kurumsallaşmış ekonomik ilişkilerle Batı’ya bağımlı hale gelmişti. Kapitülasyonlar ile yukarıdaki etkenlere, Osmanlı’nın her türlü sermaye birikimini engelleyici toplumsal - siyasal yapısı eklenince, ekonomik yapının zayıflaması giderek hızlandı. Son aşamada, Yeni Dünya’yı keşfeden Batı’nın buradan elde ettiği altın ve gümüşler sayesinde merkantilist bir siyaset izlemesi, çöküşe doğru bir gidişatı başlattı.
Ekonomik Bağımlılığın Onaylanması: Uluslararası Antlaşmalar
Sonrada çöküşe yol açacak olan bu ekonomik etkenler, kuruluş aşamasında Osmanlının işine yaradı. Siyasal gücü zayıfladıkça, üzerindeki ekonomik baskı aynı oranda arttı. Örneğin, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Karadeniz’deki ticaret tekelleri Ruslara bırakıldı. İmparatorluğun ekonomisi üzerindeki Batı baskısı, bu tip uluslararası anlaşmalarla somut nitelik kazanmaya başladı.
Özellikle 1838 yılında İngilizler ile yapılan ticaret antlaşmasında verilen tavizler sadece kapitülasyonlarla sınırlı kalmıyor, gümrük vergileri düşük oranda donduruluyor, tekeller kaldırılıyor ve ekonomi tümüyle İngiliz tüccarların denetimine bırakılıyordu. Diğer Batı devletleri de, çok geçmeden bu antlaşmanın hükümlerinden benzer şekilde yararlanmaya başladılar.
Osmanlılarda Sanayi: Artan Dış Denetim
Tüm bunlar sonucunda, imalat sanayi hızla gerilemeye ve ihracatın büyük kısmını da, daha sonra mamül ürün olarak geri alınan hammaddeler oluşturmaya başlamıştı. Önceki dönemlerde İmparatorluğun tüm ihtiyaçlarını karşılamakla kalmayıp, Doğu Akdeniz ile Avrupa’ya mal yollayan imalatçı tüccarlar ortadan kalkmıştı.
Böylece, Osmanlılar ile İngilizler arasında yapılan bu anlaşma, yeni gelişmekte olan sanayiyi de ortadan kaldırmıştı. Merkantilist Batı’nın, sanayi devrimi ve Osmanlılar üzerindeki ekonomik denetim yoluyla elde ettiği güç, İmparatorluğun sonunu hazırladı.
Osmanlı sanayinin genel nitelikleri şu şekildeydi:
· Ciddi anlamda üretim faaliyetleri yoktu. Özellikle, maden sanayi kurulamamıştı,
· Mevcut imalat da, genellikle iç pazarın tüketim ihtiyaçlarına yönelikti,
· Sanayinin büyük kısmı, gıda üzerine yoğunlaşmıştı,
· Tarım ilemadenlereyöneliketkinliklerBatıekonomisinin ihtiyaçlarıdoğrultusunda işlediğinden, Osmanlı ekonomisine bir getiride bulunmuyordu,
· İmalat sanayinde söz sahibi olanlar, şirketler değil özel kişilerdi. Devletin üretim içindeki payı ise, sadece yüzde 2 olarak ortaya çıkıyordu.
Kapitülasyonlar sadece azınlıkları kapsadığından, Müslüman halk bunlardan azınlıklar kadar yararlanamıyordu. İmparatorlukta doğan ancak Müslüman olmayan tüccarlar, kapitülasyonlardan yararlanmak için, yabancı konsolosluklar yoluyla İngiliz veya Fransız uyruğuna geçiyordu.
Ekonomik Etkinliklere Karşı Türklerin Tutumu: Devletin Engellemesi:
Osmanlının toplumsal ve ekonomik yapısı, Türklerin ekonomik anlamda girişimci bir yapıya sahip olmalarını engellemişti. Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türkler, tüccar olarak İmparatorluk içinde kendilerini gösterememişlerdi.
İnalcık’a göre, Osmanlının ekonomi anlayışı, Ortadoğu’daki devlet ve toplum anlayışıyla yakından ilişkilidir. Buna göre devletin nihai amacı, yöneticilerin egemenliklerini total bir şekilde sağlamlaştırmaları için, zengin gelir kaynaklarını ellerine geçirmelerine dayanıyordu. Bu da, üretici sınıfların zenginleşmesiyle mümkündür. Toplum, üretici olmayan ve vergi ödemeyen yönetici sınıf ile üretici olan ve vergi ödeyen halk arasında bölünmüştü. Halk ise, ticaret ve sanayiyle uğraşan kentliler ile tarımla uğraşan köylüler olarak ayrışmıştı. Devlet anlayışı, herkesin sahip olduğu yerde tutulması üzerineydi. Bu, geleneksel örgütlenme biçimini statik hale getirerek, halkın refahını bozmayacak şekilde devlet gelirlerini olabildiğince arttıran bir ekonomik örgütlenmeyi getiriyordu.
Devlet, ticari merkezler ile yolları geliştiriyor, ekim alanlarının genişletilmesi için halka yardımcı oluyor ve sömürgeleri yoluyla uluslararası ticareti destekliyordu. Fakat bu durum, siyasal ve toplumsal açılardan kapitalist ekonominin oluşmasına yol açmamaktaydı.
1950 YILINA KADAR İZLENEN EKONOMİK UYGULAMA VE KOŞULLAR
Kurtuluş savaşı sonrasında, ekonomi güçsüz bir görünüm sergiliyordu. Lozan Anlaşması’ylakapitülasyonlar kaldırılmışsa da, gümrük duvarlarının 1928 yılına kadar yükseltilmeyeceği ve Osmanlı dış borçlarının -yeni devletin topraklarıyla orantılı biçimde- ödenmesi karara bağlanmıştı. Batı sömürüsü, Cumhuriyet için ciddi bir ekonomik yük getirmişti. Dış ticaret açık verirken, sanayi yok denecek kadar güçsüz bir durumdaydı ve tarımsal üretim de son derece düşüktü.
Bu ortamda Atatürk, elde edilen askeri ve siyasi başarıyı, ekonomik kalkınma ile pekiştirme amacındaydı. Ancak temel sorun, ulusal sermaye birikiminin hangi yolla sağlanacağıydı.
İzmir İktisat Kongresi: Liberalizmin Tohumları Atılıyor
Atatürk’ün, tam bağımsızlığın, siyasal egemenlik ancak ekonomik egemenlikle desteklenirse kazanılacağını şeklindeki görüşleri doğrultusunda toplanan ve izlenecek ekonomik yaklaşımların ilk kez tartışıldığı yer olan İzmir İktisat Kongresi; yabancılar ve azınlıklar tarafından, kendi ekonomik çıkarlarına karşı girişilmiş bir eylem olarak değerlendirilmiştir.
17 Şubat 1923’te Ekonomi Bakanlığı tarafından düzenlenen ve tüccar/ sanayici/ çiftçi/ işçi/ bankacı ve her tür meslek kuruluşu temsilcilerinin bir araya geldiği Kongre, mevcut şartlar içinde güç sahibi olan tüm kesimleri bir araya getirmeyi hedeflemişti.
Toprak reformu ve grev hakkı konularının tartışma dışı bırakılırken, özel girişimciler yoluyla sermaye birikiminin sağlanması amaçlanmış; ayrıca, ekonominin içinde bulunduğu kötü durumdan sorumlu tutulan yabancı sermaye, imtiyaz talep etmemek ve kanunlara/ kurallara uymak kaydıyla Türkiye’ye çağrılmıştı.
İzmir İktisat Kongresi, bir anlamda Osmanlı’dan devralınan sosyo-ekonomik yapının onaylanması anlamına gelmekle birlikte, ekonominin yabancılar tarafından sömürülmesine karşı olduğunu açıkça belirtmişti.
Kongre’de, işçi sınıfının kolektif bir ekonomiyi destekleyecek ölçüde gelişmemiş olduğu belirtilerek, sosyalist olmayan bir kalkınma modeli seçilmişti. Bu durumda tek seçenek, girişimci bir sınıfın ortaya çıkmasına zemin hazırlamak oluyordu.
Bunun yanında ulusal nitelikte bir özel sermayenin ortaya çıkabilmesi için gerekli önlemlerin alınması hedeflenmişti. Örneğin, girişimcilere kredi vermek için İş Bankası’nın kurulmasına karar verilmiş, ihracat yapacak olan işletmelerde kullanılacak hammaddelerin yurda girişi için uygulanan gümrük vergileri indirilmişti. Ayrıca, koruma yanında özendirici yaptırımlar da öngörülmüş ve 1927 yılında çıkarılan Sanayi Teşvik Kanunu ile vergi bağışıklıkları/ gümrük vergisi indirimleri/ hükümet yardımları/ pazarlama kolaylıkları ve yeni kurulacak işletmelere arsa imkanları sağlanmıştı.
Devletçilik: Ekonomik Kalkınma İçin Kısa Yol
Özendirme ve destekleme dönemi, 1930’lara kadar sürdü. Ancak, dünya iktisadi krizi ve Kemalist ideolojinin biçimlenmesi doğrultusunda, 1930-50 arasında “Devletçilik” anlayışı öne çıktı.
Devletin ekonomiye karışması söz konusu olsa da, diğer ülkelerden farklı olarak ekonomik kalkınmanın hızlandırılmasını hedefleyen bu anlayış, temelde özel girişimin ortaya çıkması ve korunması ilkesine dayandığından, bu kesime çeşitli imkanlar sunmaktaydı.
Devletin müdahalesinde, ekonomik nedenler yanında, “devletçi-seçkinci” cepheyi oluşturan bürokrat-aydın kesimin de rolü vardı. Batı tipi bir toplumun ortaya çıkması amacındaki bu kesim, devlet eliyle özel sektörün oluşturulması peşindeydi. Bu yaklaşım, Osmanlılar tarafından başlatılan Batılılaşma hareketinin de zirvesi noktasına ulaşması anlamını taşımaktaydı.
Devletçilik aynı zamanda, sosyalizme karşı da bir önlem olarak ortaya atılmıştı. Buna göre, kapitalizmin krizi karşısında alınmış olan Keynezyen politikaları uygulamaya sokmuştu. Henüz gelişmemiş olan özel sermaye, sosyalizm tehlikesine karşı ciddi bir güvence sağlamamaktaydı. Bu nedenle toplumsal temel, sermaye yatırımları ile işletmeler için ekonominin dışa açılmasını desteklemek zorundaydı.
Bu dönemde devlet eliyle büyük işletmeler kurulmuşsa ve sanayi içinde devletin üretim payı artmıştı. Ancak yine de, devletçi ekonomi açısından doruk noktası kabul edilen İkinci Dünya Savaşı öncesinde bile, bunların sayısı tüm işletmelerin ancak yüzde 10’u civarındaydı. Bu durum, devletçi ekonominin temelde özel girişimlere dayandığının en karakteristik örneği sayılabilir.
Ancak devlet işletmelerinin sayısı az olmasına rağmen, tüm yatırımlar ile üretim içinde sahip oldukları pay yüzde 50’ye kadar yükselmiştir. Özel girişimlerin sayısındaki artışın yüksek olması, bu girişimlerin genellikle küçük işletmeler olmasındandır. Bu yüzden, sanayi etkinlikleri açısından ciddi bir özel girişimden bahsetmek mümkün değildir.
Diğer yandan, tarımın göreli payının bu dönemde yüzde 10 civarında azalmış olması, izlenen ekonomik politikaların başarısının göstergesidir.
İkinci Dünya Savaşının Etkileri ve Savaş Sonrası Dönem: Özel Girişimlerin Gelişmesi
Savaş sırasında olağanüstü hal yollarına başvurulması ve bunun sonucunda karaborsanın gelişmesi, aracıların elindeki sermayenin ciddi anlamda artışına yol açtı. Bu durum devlete, sanayi yatırımlarına yönelik olarak gerekli sermayenin sağlanması için alt yapıyı oluşturma imkanı tanıdı. Böylece, elde edilen olağanüstü karlarla neredeyse bir gecede zengin olanlardan, Varlık Vergisi adı altında sermaye vergisi alınmaya başlandı. Ancak, söz konusu kesimler bu vergiden kaçmanın yollarını bulduklarından, vergi tutarı hükümetin beklentilerinin çok altında oldu; bu kesimin elindeki sermaye ise, savaş sonrası dönemde yatırımlara yöneltilmek üzere piyasada kaldı.
Savaş sonrası dönemin gelişmeleri, birçok ülke gibi Türkiye’yi de etkiledi. Bu gelişmelerden en önemlisi, Amerikan dış yardımlarından yararlanılmasıydı. Bu yardımlardan en fazla yararlanan ise, çok partili dönemde iktidar olan DP oldu.
Ancak DP’nin ekonomik politikaları, uygulamada CHP’den çok farklı değildi.
1950 SONRASI DÖNEMİN EKONOMİ POLİTİKALARI
Toplumda yeni oluşmaya başlayan sosyo-ekonomik sınıfların temsilcisi olarak iktidara gelen DP’nin başarısı, bu “iç dinamik” yanında “dış dinamiklerin” de etkilerinin sonucuydu. Gelişmekte olan ülkelere ekonomik yardım üzerine temellenen dış dinamik, ülkenin demokratikleştirilmesini ve çok partili yaşama geçmesini gerektirmişti.
DP’nin ekonomik alanda izleyeceğini ilan ettiği politikalar, gerçek anlamda uygulamaya geçirilemedi. DP programında “liberalizm” olarak nitelenen politikalar, aslında 1930-46 dönemine damgasını vuran “devletçi” uygulamalarla temelde aynıydı. Bunun başlıca nedenleri:
· 1930 sonrası dönemde izlenen “devletçi” ekonomi politikası, kapsamlı planlamayla yönetilecek kolektivist bir ekonomiyi öngörmemişti. Temelde kapitalizme dönük olan bu politikalar, özel girişimcileri yatırım yapmadıkları alanlarda faaliyet göstermeleri için desteklenmeyi amaçlamıştı
· Liberal olarak lanse edilen politikalar, tam olarak bu vasfı taşımıyor ve müdahalece bir nitelik sergiliyordu. Kapitalist sınıf, DP döneminde de, ekonomik kalkınmanın tüm kaynaklarını sağlayabilecek ölçüde gelişmemiş olduğundan; mevcut kalkınma planı doğrultusunda, devletin ekonomik etkinliklerinin ağırlıkta olduğu bir program izlemiştir.
Planlamanın Yadsınması:
Ekonomik anlayış ve uygulamalar temelde değişmemiş olmakla birlikte, DP iktidarı ile bazı farklılaşmalar ortaya çıktı. Bunların en önemlisi, planlamanın göz ardı edilmesiydi. Ekonomi, hükümetin aldığı günlük kararlarla, özel girişimin eğilimlerine göre biçimleniyordu. Ancak, her zaman tam bir uyum gerçekleşemediğinden, bunun sonucu “talep” ve “maliyetler” üzerinde çift yönlü bir enflasyon oldu. Böylece “4 Ağustos Kararları” olarak bilinen önlemlerle, Türk Lirasının değeri düşürüldü.
Ekonomide Genel Eğilimler
Tarım kesiminin payı, DP ile birlikte görece olarak yeniden yükselirken; sanayi sektöründe küçük çaplı da olsa bir gerileme ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde, tarımdaki traktör sayısı üç kat artmıştır. Tarımın makineleşmesi ve verimlilik artışı, tarımın sektörel payının artışında temel etkendir. Bu makineleşme, kapalı köy ekonomisinin pazar ile bütünleşmesini sağlayarak, yeni ekonomik imkanlar için de zemin hazırlamıştır.
Diğer yandan, sanayileşmeye de ağırlık verilmek istenmiş, ancak tarım kesiminden sanayiye yeteri kaynak aktarımı yapılamamıştır. Sanayi yatırımlarından çok ticarete ve “aracı” tipi ekonomik etkinliklere ağırlık verilmesi, gösterişçi bir tüketim ile taşınmaz mallara dayalı spekülatif yatırımları öne çıkararak, ekonominin verimsiz alanlara kaymasına yol açmıştır.
Bu dönemde, demiryollarına verilen önem ortadan kalkmış, karayollarının yapımı üzerinde durulmuş; karayolları, DP döneminde büyük bir ivme kazanmıştır.
Hükümeti deviren MBK, ekonomideki sıkıntıların nedeni olarak ekonomik planlamanın olmayışını görmüş, hızlı ve dengeli bir kalkınma için merkezi bir planlama örgütü kurmuştur.
1960 SONRASI EKONOMİ POLİTİKALARI: PLANLI DÖNEM
Yeni kurulan DPT tarafından hazırlanan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, 1963 yılında uygulamaya sokulmuştur. Bu planla, özellikle belli noktaların ağırlık kazandığı görülür:
· Plansız ekonomi içindeki etkinliklere son verilmesi,
· Tam istihdamın sağlanması,
· Hızlı kalkınma anlayışına rağmen, sosyal adalet ve insan haysiyeti gibi temel ilkelerin göz ardı edilemeyeceği ve demokrasiye olan inanç.
Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planının Temel Özellikleri
Kamu kesimi için bağlayıcı bir nitelik taşırken, özel kesimin özendirilmesi eğilimini de yadsımayan bu plan, karma ekonomiye olan inancı ifade etmektedir. Özel kesimin, hem ekonomiye katkıda bulunması hem de ekonomik kalkınma sayesinde güçlendirilmesi hedeflenmişti. Ekonomik kalkınma için, yatırımların hızlandırılmasına ve üretimin yapısı ile yöntemlerinde bazı değişikliklere gidilmesine vurgu yapılarak; etkinliklerini piyasa şartlarına göre ayarlayan girişimcilerin bunu tek başlarına yapmalarının mümkün olmadığı belirtiliyor, azgelişmiş ve durgun bir ekonomik yapıdan gelişmiş ve dinamik birekonomikyapıya geçiş için merkezi otorite tarafından sistematik ve rasyonel tedbirler alınması gerektiği üzerinde duruluyordu.
Kalkınma planı kavramı kamuoyuna, Batı tipi demokratik düzenin bir önkoşulu olarak sunulmuştu. DP’nin iktidardan düşürülme nedenlerinden biri de, bu demokratik ilkeyi uygulamayışı olarak gösterilmekteydi.
Plan, ekonominin temel yapısal özelliklerini değişmez kabul ederken, bunların belirtileri ile sonuçları üzerinde durmuş ve sadece onları değiştirmeyi amaçlamıştır. Bu nedenle de, toplumsal, yönetimsel ve örgütsel hedeflerin hemen hemen hiçbiri gerçekleştirilememiştir.
İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planının Temel Özellikleri
İlk plan CHP Hükümeti tarafından yürürlüğe konmuştu. İkincisi, AP zamanında hazırlanarak yürürlüğe kondu. Planlama açısından, birincisine göre daha başarılı olmasına rağmen; uygulamada aynı başarıyı yakalayamamıştır. Demirel planlama kavramına, hem DP iktidarına son veren MBK tarafından getirilmiş olduğu için hem de sosyalist bir kavram niteliği taşıdığı gerekçesiyle hoş bakmamaktaydı. Diğer bir neden de, DPT’nin ilk yöneticilerinin sol görüşte olmalarıydı.
Bu nedenlerden dolayı planlama kavramına kuşkuyla yaklaşan AP, DPY’yi özel kesimi güçlendirmek için kullandı. İki plan arasındaki temel farklılık burada ortaya çıktı. Örneğin 1968’den sonra kurulan “teşvik ve Uygulama Dairesi”, bir yandan özel kesime teşvik belgesi verirken, diğer yandan da bu teşvik belgesini alanlar her türlü borçlanma imkanları ile vergi bağışıklıklarından yararlanıyorlardı.
Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planının Temel Özellikleri
12 Mart Muhtırası’nı verenlerin önerileriyle Güven Partisi’nden bir üyenin başbakanlığı altında CHP, AP ve bağımsız teknisyenler tarafından oluşturulan Plan, Birinci ve İkinci Plan’ların kimi ilke ve yaklaşımlarını yineliyordu.
Burada da öne çıkan “karma ekonomi”, kamu kesimi için “emredici” ve özel sektör için “özendirici” bir planlama getirirken, varılmak istenen son nokta olarak yine sanayi gösteriliyordu. Bu nedenle, ayrı hükümetler tarafından hazırlanan her üç plan da, temelde farklılık göstermiyordu.
Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planının Temel Özellikleri
Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik kriz ve siyasi istikrarsızlık nedeniyle, 1978 yılında kabul edilmesi gereken bu plan ancak 1979-83 yılları arasında hazırlanabildi. Ayrıca, yeni bir yapı oluşturma hedefi içindeki CHP’nin eğilimlerini içeren Plan’da öngörülenler ile bir yıl sonra uygulamaya konulan “24 Ocak Kararları” da bambaşka felsefeleri içeriyordu. Aslında plan, tümüyle şeklen oluşturulmuştu.
Sosyal Demokrat bir nitelik taşıyan bu plan, ekonomik büyüme, işsizliğin azaltılması ve gelir dağılımı adaleti gibi unsurları öncelikli amaç edinmekteydi. Ancak, ilk aşamada CHP kısa sürede iktidardan ayrılıp yerine AP gelirken, ikinci aşamada da 12 Eylül darbesi ile ekonominin başına Özal geçti. 24 Ocak Kararlarının şekillendirdiği ve askeriyenin uygun zemini hazırladığı dönemin ekonomi alanındaki stratejisini, serbestleşme ve dış dünyayla entegrasyon oluşturmaktaydı.
Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planının Temel Özellikleri
Özal Hükümeti döneminde ve iki kez DPT Müsteşarlığı yapan Özal tarafından 24 Ocak Kararları’nın uzantısı şeklinde hazırlanan bu plan, IMF reçetelerine koşut olarak ve uluslararası finans kuruluşlarının belirledikleri eğilimler çerçevesinde oluşturulmuştu.
Plandaki öncelikli amaçlar, özel kesimin desteklenmesi ve ekonominin dış dünyayla bütünleşmesiydi. Ayrıca, belirlenen amaçlar ile bunlara yönelik uygulamalar, oldukça çağdaş ve gerçekçi bir uygulamaya yönelikti.