Yrd. Doç. Dr. Uğur Dolgun'un Web Sitesi
  Sosyolojiye Giris
 

SOSYOLOJİYE GİRİŞ

 
            EMİLE DURKHEİM
            Sosyoloji kürsüsüne atanan ilk akademisyen olma ayrıcalığına sahip olan Durkheim; sosyolojinin metodolojik ilkelerini belirleyerek, sosyolojiyi toplumsal kurumların ve olguların pozitif bilimi haline getirmiştir. Bu sayede sosyolojinin, felsefeden ve spekülatif düşünceden ayrışmasını da sağlamıştır.
 
            Sosyolojinin Metodolojik İlkeleri:
            Durkheim’in ortaya koyduğu en önemli metodolojik ilkelerden biri, “toplumsal olgular, ancak başka toplumsal olgularla açıklanabilir” önermesi olmuştur.
            Buna göre, psikolojik faktörlerle açıklanan intihar olgusunu, sosyolojik araştırma konusu olarak seçmiş; toplumsal entegrasyon ve intihar oranları arasındaki ilişkiyi, farklı gruplardaki istatistiki verilere dayanarak açıklamıştır.
 
            Diğer bir önemli metodolojik ilkesi ise, “toplumsal olgular nesneler gibi ele alınmalıdır” öngörüsüdür. Böylece toplumsal olgulara yönelik, önyargılar ile sağduyuya dayalı genel kanılar, araştırma sürecinden arındırılmış olurlar.        
Bunun yanında, toplumsal olgular, felsefi bakış açısı içinde değil ampirik açıdan ele alınırlar ve araştırma nesnelerine dönüşmüş olurlar. Bu sayede olgular, içebakış yoluyla değil, gözlem nesneleri olarak dışsal ve nesnel özellikleriyle ele alınmalılardır. 
 
Toplumsal Olgular:
Durkheim toplumsal olguları, dışsal ve zorlayıcı karakteristikleri nedeniyle; insanların eylemlerini kısıtlayan ve düzenleyen yapılar olarak ele alır. Bu baskıcı özellikleri nedeniyle toplumsal olgular, bireylerin üzerinde bir karakteristik sergilerler.
Sistem gereği içselleştirilen toplumsal olgular, bir süre sonra bireyleri yönetmeye başlarlar.
Toplumsal olgular iki farklı grupta ele alınmıştır:
* Maddi toplumsal olgular; dışsal ve nesnel dünyanın içinde kolaylıkla görülebilen ve gözlemlenebilen olgulardır. Bunlardan bazıları:
 - Toplumun Yapısal Unsurları      = kilise, devlet, aile, politik gruplar, vs.
 - Toplumun Morfolojik Unsurları = nüfus dağılım oranları, kentsel yerleşim planları,
                                                            binalar, makineler, vs.
* Maddi olmayan toplumsal olgular; kolektif bilincin ürünü olan zihinsel oluşumlardır
   - Kolektif Vicdan        = hukuk sistemindeki değişmeler, vs.
   - Kolektif Temsiller     = dinsel dogmalar, ahlaki kurallar, gelenekler, vs.
   - Toplumsal Eğilimler = politik kültür, ideolojiler, vs.
 
            Toplumsal İşbölümü:
            Durkheim burada, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçen evrimsel bir süreç ortaya koyar. Buna göre, işbölümüne dayalı olarak, gelişmişlik düzeyi ile toplumsal dayanışma arasında sıkı bir ilişki vardır.
 
            Geleneksel toplumlar, ekonomik yönden kendilerine yeterli birimlerin toplamından ibaret olan “mekanik dayanışma” ile karakterize olurlar. Farklılaşmamış bir toplumsal yapının hakim olduğu bu toplumlarda, uzmanlaşma da gelişmemiştir. Toplumsal ahlak ve normlar, baskıcıdır; yaptırımlar, cemaat hukuku hükümlerine göre uygulanır.
 
            Modern sanayi toplumlarında ise, ekonomik bir temelde uzmanlaşmış işbölümü ve farklılaşmış olan kompleks bir toplumsal yapı söz konusudur. Organik dayanışma modeli ile karakterize olan bu toplumlarda, bireysel ahlak ile meslek ahlakı, toplumsal bütünleşme için vazgeçilmez bir önem taşır.
 
MARKSİZM VE SOSYOLOJİ
Aynen sosyoloji gibi insan toplumlarının gelişme yasalarını ortaya koymaya çalışan bir düşünce sistemi olan marksizm, bu amacı taşıyan sosyoloji ile ortak özellikler taşır. Her ikisi de, temel sorunsal olarak, sınai kapitalizm ile politik devrimlerin toplum düzeninde ortaya çıkardığı sarsıntı ve dönüşümleri anlamayı amaçlamış sistemlerdir.
Sosyoloji bu dönüşümler karşısında, toplumsal ilişkilerin - dayanışmanın ve düzenin korunması amacıyla çeşitli modeller üretmeye çalışırken; marksizm bu dönemi, devrimci dönüşümlere yol açacak bir süreç olarak değerlendirerek, eski sistemin yıkıntılarından yeni bir toplumsal düzenin doğacağını öngörmüştür.
 
Toplumlarının gelişme yasalarını ortaya koymaya çalışan Marks, evrim sürecini beş aşamalı olarak ele almıştır:
İlkel (komünal) toplumlar,         Kölelik,          Feodalizm,          Kapitalizm,       Sosyalizm.
Marksizm, birçoklarına göre, bir sosyoloji kuramından çok ekonomi-politik içerimler sergileyen bir düşünsel sistemdir. Buna göre Marks da, kapitalist sistemin eleştirisini yapan bir ekonomi-politikçi olarak bize görünür.
 
Marks’ın felsefi düşünceleri, Alman İdealizmi’nin sol yelpazesi içindeki önde gelen isimlerden olan Hegel’den ödünç alınmadır. Hegel düşüncesinin temelinde yer alan diyalektik, hem zihinsel süreçleri hem de bütün varlıkların gelişme yasalarını gösteren evrensel bir yöntemdir. Buna göre, düşünceler ve varlıklar, karşıtlıkları uzlaştırarak gelişirler. Ancak varılan her uzlaşma içinde, yeniden çözülmesi gereken yeni bir karşıtlık gizli olduğundan; diyalektik sistem, varlığın kendi bilincine erişip özgürlüğünü elde etmesine kadar sürüp gider.
Hegel’e göre “idea”, kültürel alanda; tek bir insanda değil, birey-üstü oluşumlarda (devlet, din, felsefe, sanat) yeniden kendini bulur. Ahlaklılığın ölçüsü ve amacı, objektif tin’deki gelişmeyle ilgilidir. Bu nedenle birey, ne kadar kendini aşar ve kendi üzerindeki objektif düzene ne ölçüde entegre olursa, o kadar da ahlaklı olur. Burada Hegel, ortaya koyduğu idealistik diyalektikle, bilincin evrimine yönelik yasalardan bahsetmiş olur.
 
Marks ve Engels’in diyalektik materyalizm anlayışlarında ise, bilince ilişkin diyalektik yasaları, doğanın ve tarihin diyalektik yasalarının yansıması olarak ortaya çıkar.
Buna göre, Hegel’in diyalektik yöntemi, maddi dünya ile maddi gerçekliği ve bunlara ilişkin gelişme yasalarını dikkate almadığından, ters olarak başının üzerinde durmaktadır.
 Marks ve Engels, diyalektiği maddi bir temele oturtmuşlar ve “tepetaklak duran dünyayı tekrar ayakları üzerine bastırdıklarını” iddia etmişlerdir.
 
Tarihsel Materyalizm:
Tarihsel materyalizm, toplumun ekonomik gelişiminin “nihai neden”ini üretim biçimleri içindeki değişikliklerde ve toplumun uzlaşmaz sınıflar şeklinde farklılaşmasında arayan tarihsel bir açıklamadır.
 
Burada Marks ile Engels, Hegel’in idealistik diyalektiğini tersine çevirerek; tarihin gelişme yasalarını, insanın doğa ile karşılaşması ve insanın varolma savaşı yanında, özellikle de üretim etkinlikleri üzerine temellendirmişlerdir.
Buna göre, insanın yaşamını sürdürme araçlarının üretimiyle ilgili etkinlikler, diğer bütün insanı etkinliklerin üzerindedir. Bu açıdan, birincil karakteristik gösterirler. Bilinç, din, kültür ve ahlak gibi fenomenler, üretim tarzına göre belirlenirler. Yani, ekonomik temel (alt yapı), üst yapıyı belirler.
 
Ekonomik temel (alt yapı), üretim tarzına dayanır. Bunu şöyle formüle edebiliriz:
Üretim Tarzı     = Üretim Güçleri + Üretim İlişkileri
Üretim Güçleri = üretim araçları + üretim nesneleri + üretim bilgisi
Üretim İlişkileri = üretim etkinliği içindeki toplumsal ilişkiler, yani mülkiyet ilişkileri 
 
Ekonomik temel’e bağlı olarak ortaya çıkan üst yapı ise, kültür alanını; yani, ideoloji, politika, hukuk, din, vs. gibi alanları kapsar.
 
Toplumun maddi üretim güçleri, gelişim sürecinin belli bir aşamasında, mevcut üretim ilişkileri ile çelişme yaşar. Bu nokta da da, toplumsal devrim süreci başlar. Bunun sonucunda, önce alt yapı, ardından da (aynı hızla olmamakla birlikte) üst yapı dönüşüme uğrar.
Marks’a göre insan toplumları, tarihsel olarak, diyalektik yasalara uygun olarak evrim sergilerler. Yani dönüşümler, karşıtlıkların çelişkisinden ve etkileşiminden kaynaklanır.
Belli bir üretim tarzı, eski üretim ilişkilerini yıkacak olan çelişkileri içinde barındırır; yeni üretim tarzı da, eskisinin yerine geçer.
Sınıf çatışması, bu diyalektik tarihsel sürecin en önemli öğesidir; bu nedenle, tarihsel değişmenin de motoru görevini görür.
Marx ve Engels “mevcut tüm toplumların tarihi sınıf çatışmalarının tarihidir” diyerek, tarihsel ve toplumsal değişmeyi formüle etmişlerdir. Buna göre, toplumsal sınıf ilişkileri, üretim sürecindeki mülkiyet ilişkileri tarafından belirlenir; yani, mülkiyet sahipleri ile emekçiler arasında sınıf çatışmaları yaşanır. Toplumsal devrim sürecinden önce de, sınıfsal çelişkiler iyice keskinleşir ve karşıt kutuplar ortaya çıkar.
 
Marks’a göre, kapitalizmin iç çelişkileri, diyalektik yasalar gereği bu sistemin çöküşünü hazırlayacaktır. Toplumsal evrimi yönlendiren gerçek güç de, sınıf mücadelesidir. Bu aşamada, kapitalizmin sonunu getirecek olan etken, proleterlerin kapitalist üretim ilişkilerine karşı geliştireceği siyasi eylemlerdir.
 
Kapitalizmin gelişim sürecinde, proleterler sürekli olarak yoksullaşacak ve emeklerinden başka kaybedecekleri hiçbir şey kalmayacaktır. Marks’a göre bu süreçte şunlar ortaya çıkacaktır:
- Kapitalist üretim süreci, (teknoloji, teknik bilgi, örgütsel ve iletişimsel imkanlar yoluyla) proleter kesimin örgütlenmesi ve sınıf kimliği kazanması için gereken koşulları sağlayacaktır,
- Sermaye, az sayıdaki özel kişi veya şirketin elinde toplanacak; bu merkezileşmeye karşı, çok sayıda insan kendini maddi açıdan yoksullaşmış ve kendi emeğine yabancılaşmış hissedecektir.
 
Marks kapitalizmi, emeğin ortaya çıkarttığı “artı-değer” üzerinden sağlanan sermaye birikim süreci olarak görür.
 
emek                                                   emek gücü
    nesneleşen emek                                   üretim sürecinde cisimleşen toplumsal ilişkiler
    ölü emek                                              canlı emek
    sermaye                                               emek
 
 
            Sabit sermaye                                      değişken sermaye
                        Aletler, makineler, vs.                               işçiler   
 
  
Marks’ın ele aldığı konulardan biri de, emeğin yabancılaşmasıdır. Yabancılaşma, toplumun belli bir kesiminde muazzam bir zenginlik birikimi ortaya çıkaran sürecin, insan yaşamının adım adım değersizleşmesi pahasına elde edilmesidir. İnsan emeği, bir nesne haline gelmektedir. Bu, emeğin ürettiği nesnenin, artık yabancı bir varlık olarak, onu üretenden bağımsız şekilde onun karşısında yer almasıdır. 
Örneğin, BMW fabrikasında çalışan bir işçi, günde yüzlerce arabanın üretilmesi sürecinde yer alır. Ama bunlardan birini alma şansı pek yoktur.
 
Kapitalizm, insanı kendi faaliyetlerinden, emeğinin ürününü yabancı bir nesneye çevirerek, kendi emeğinin ürününden yabancılaştırır. Birey ne kadar çalışırsa, emeğinin yarattığı nesneler dünyasının egemenliğine o kadar fazla girer. Marks’ın dediği gibi, “İşçi, yaşamını nesne haline getirir ve yaşamı artık kendisine değil, nesneye ait olur.” 
Marks, yabancılaşmanın dört farklı biçiminden bahseder: İnsanın,
Doğadan          kendisinden        türsel varlığından            başkalarından yabancılaşması.
Marks’ın Eleştirisi:
Marks’ın iki sınıflı toplum modeli, yalnızca kendi işgücü üzerinde tasarrufu olan işçi sınıfı ile toplumsal üretim araçlarını tekeline almış olan kapitalist sınıf arasında, kapitalist üretim yasalarının en saf haliyle işlediğini varsaymaktadır. Buna göre:
-Emek ve sermaye arası ilişki, kapitalist toplum biçimini çerçeveleyen başat unsur olarak görülmekte; bu da üst-yapı kurumlarının etkin olması ihtimalini ortadan kaldırmaktadır
-Burada emek-sermaye ilişkisi, en basit biçimine indirgenmiştir. Kapitalistler ile işçiler, standart tipler olarak görülmüş ve “ekonomik kategorilerin kişileşmiş halleri” şeklinde tanımlanmıştır. Burada, ideolojik kaygılar ön plana çıkmış, insanlığı üretim adına acımasızca sömüren kapitalist portresi çizilmiştir.
 
Weber ve Modern Kapitalizm:
Weber de Marks gibi kapitalizmin kurumsal temelleri üzerinde durmuş; ekonomi, toplum, din ve siyaset arasındaki etkileşimi konu edinmiştir.
 
Weber’e göre modern kapitalizm şu öğelerden oluşur:
- üretim araçlarının özel mülkiyeti,
- üretimin önceden hesaplanabilmesini ve planlanabilmesini sağlayan teknolojik gelişmeler,
- hukuk karşısında eşitlik sağlanması,
- formel hukuk açısından özgürleşmiş emek gücü,
               (gönüllü iş sözleşmesi, bu noktada proleter emeği ile köle emeği ayrışmış olur.)
            - ekonomik yaşamın ticarileşmesi,
             (bir kurumsallaşma -tüzel kişiler- söz konusudur, kapitalist üretici = anonim şirket)
            - rasyonel ilkelere göre davranan özel girişimler (muhasebe sistemi)
            - demistifikasyon.
 
Weber’e göre Batı kapitalizmi, bir dizi koşulun bir araya geldiği, tekil ve biricik bir oluşum olarak ortaya çıkar.
Weber burada özellikle, Protestanlık ile onun kapitalizmin ruhuna işleyen rasyonel etik anlayışı arasındaki yakın ilişkiler üzerinde odaklanır.
Burada kapitalizm, Marks’ın ortaya koyduğu öngörülerden ayrı olarak, kültürel bir vurguya sahiptir. Alt yapı kurumlarının yerini üst yapı kurumları almıştır.
 
Marks ve Weber:
Marks kapitalizmi, işçinin emek-gücüne yönelik sömürünün ortaya çıkarttığı, sermaye birikimi ile karakterize olan iktisadi sömürü düzeni olarak irdeler.
Burada sınıf çatışması, merkezi bir öneme sahiptir; marksist kuram, kapitalist toplumun devrimci dönüşümünü hedefleyen siyasi bir öğreti olarak, sermayedar sınıf ile proleterler arasındaki kutuplaşmaya odaklanmıştır. 
 
Weber’in modern kapitalizme yönelik eleştirisi ise, sosyo-kültürel niteliktedir. Bu, “dünyanın büyüsünü yitirmesi” ve insanların kendilerini “demir kafese hapsolmuş” hissetmeleri gibi öğelerde ortaya çıkmaktadır.
 Buna göre, hem kapitalist hem de sosyalist toplumlarda (teknik verimlilik ve yetkin örgütlenme gibi etkenler sonucu) ortaya çıkacak olan rasyonelleşme ve bürokratikleşme süreçleri; bireyleri, inançsız ve ruhsuz teknik uzmanlar ile kalpsiz haz düşkünleri haline getirecektir.
 
Bu planda Weber, sosyalizmin bürokratik bir despotizme dönüşeceğini ve SSCB’deki yapının proleterya iktidarı yerine bürokratik diktatörlüğü getireceğini çok önceden görmüştür.
 
Weber özellikle, marksist görüş içindeki ekonomik determinizme karşı çıkmış; ideoloji-siyaset ve din gibi oluşumların, ekonomik faktörler tarafından belirlenmekte olduğu savını reddetmiştir.
Weber’e göre marksizm, bir ekonomik determinizm biçimi olarak, düşünce tarzları ile ekonomik çıkarlar arasında kesin bir işlevsel ilişki bulunduğunu ileri sürer. Fikirler, ister politik ister dinsel açılımlarda olsunlar, herhangi bir özerkliğe sahip değildirler; onlar sadece “gölge fenomen” olarak rol oynarlar.
Buna göre toplum da, üretim tarzı ile gelişme yasalarının egemen olduğu bir sistemdir. Burada insan-özneler, kurucu bir rol oynamadıkları gibi, tarihsel evrim geçiren bir bütünün pasif nesneleri olarak görülürler.
 
Bu nedenle, sosyolojinin görevi yargıda bulunmak değil; verili bir toplumsal bağlam içerisindeki değerlerin yapısını saptamak ve bu değerlerin toplumsal eylemi nesnel biçimde anlamak için taşıdığı önemi ortaya koymaktır.
 
 
Weber’in “İdeal Tip” Kavramı:
Weber özellikle, zihinsel süreçler ve bunların gündelik yaşama yansıması gibi konular üzerinde odaklanmıştır.
İdeal tip, toplumsal yaşamdan seçilmiş öznel öğelerden oluşan zihinsel kurgulardır. Bu nedenle tarihsel-toplumsal olgu ve örneklerle birebir örtüşmezler. Zihinsel kurgu oldukları için, gerçekliği betimlemezler.
İdeal tip, ahlaki veya normatif anlamda ideal değildir.
İdeal olması, onun yalnızca zihinsel bir kurgu olduğunu gösterir. Bu nedenle, gerçek dünyada hiçbir yerde ona rastlanmaz. Sadece, gerçek dünyayı anlamaya yarayan şablonları ifade eder. Analiz araçları olarak, sadece yol gösterici karakteristik sergilerler.
İdeal tipler, bir defalık ve yinelenemez özelliktedirler.
İdeal tip metodolojisi, gerçek tarihsel ilişkileri analiz etmek üzere, gerçek olmayan ilişkiler kurmak üzerine temellenmiştir. Buna göre gerçek, kavramlar ve soyutlamalar aracılığıyla ortaya çıkar.
 
Weber üç farklı ideal tipten bahseder:
-                           Özgül yönleri ile ayırt edilen “Protestan Etiği ve Modern Kapitalizm” gibi tarihsel formasyonlar,
-                           Farklı tarihsel ve kültürel dönemleri karakterize eden “bürokrasi” ve “feodalizm” gibi soyut ideal tipler,
-                           Toplumsal eylem tipleri.
 
Toplumsal Eylem Tipleri:
Weber toplumsal eylem tiplerini de dört farklı kategoride inceler:
- Araçsal Rasyonel Eylem; mutlak bir değerin elde edilmesine yönelik davranışlardır. Burada, bir hedefin peşinde koşan bireyler; bunu, dünyevi değerleri elde etmek ve kendi kişisel çıkarlarını en üst düzeye çıkarmak için gerçekleştirirler.
- Değer Yönelimli Rasyonel Eylem; belirli bir politik hedef ya da belirli öğretiler doğrultusunda gerçekleştirilen planlı ve rasyonel şekilde örgütlenmiş eylem tipleridir.
- Geleneksel Eylem; alışkanlıklar ile gelenek ve görenekler tarafından koşullanan eylem biçimleridir. Özellikle, geleneksel toplumlardaki bireylerin cemaat hayatı içindeki davranış biçimlerini karakterize ederler.
- Duygusal Eylem; hiçbir rasyonel kurguya bağlı olmadan gerçekleşen irrasyonel eylemlerdir. Özellikle, toplumların kriz dönemlerinde kitleselleşirler.
İlk iki eylem tipi, amaçlar ve araçlar bakımından bilinçli seçimleri gösterirken; diğer ikisi ise, tepkisel davranışlara yönelik eğilim sergilerler.
 
Eylemlerin gerçekleştiği kültürel, siyasal ve ekonomik koşullar; aktörlerin, eylemlerinin yönelimleri üzerinde etkilidir.
 
Protestan Etiği ve Kapitalizmin Ruhu:
Burada Weber, modern Batı Kapitalizminin sosyolojik analizini yaparak; onun tarihsel gelişimini, ideal tip yöntemine bağlı kalarak açıklamaya çalışır.
Buna göre kapitalizm, bir defalık bir tarihsel fenomenin, çileci Protestanlığın ürünüdür. Onun kültürel anlamı, bu “ideal” kökene bağlıdır. Bu durum bireyleri, fiilen çalışmaya ve rasyonel toplumsal eylemlere yönlendiren motivasyona bağlı bir yapı ortaya çıkartır.
Weber, dinsel fikirler gibi ideal öğelerin, ekonomik yapıya mekanik biçimde bağlı olmadıklarını; tam tersine, bireylerin sıradan gündelik faaliyetlerini ne şekilde yerine getireceklerini dinin aktif biçimde şekillendirmekte olduğunu göstermeye amaçlamıştır.
Weber’in bu amaçla yaptığı dünya dinleri arasındaki karşılaştırmalar, ekonomik gelişmenin yönünü etkileyen çeşitli faktörleri analiz etmek ve dinsel fikirlerin bir sistem olarak kapitalizmin oluşumuna yansıyan genel nitelikteki kültürel içerimlerini ayrıntılı olarak incelemek amacını taşır.
Marksizm toplumsal değişimi tek bir faktöre bağlayan bir teori iken; Weber’in bu çalışması, onun zıttı ve çürütülmesi anlamına gelir.  
Weber bu çalışmasında, kapitalizmin niçin sadece Batı’da gelişen rasyonel bir sistem olduğunu araştırır. Kapitalizmin maddi alt yapısı (piyasalar, işbölümü, para ekonomisi, vs.), Hindistan-Çin ve Filistin gibi diğer uygarlıklarda da mevcuttur. Ancak kapitalizmin mevcut koşullarda ortaya çıkışı sadece Batı Avrupa’da olmuştur.
Bunun yanında kapitalizm, sadece para kazanma güdüsü ile açıklanamaz. Bu, hem antik hem de modern tüm toplumların ortak özelliğidir. Bu dürtü ayrıca; doktorlar, garsonlar, kumarbazlar gibi toplumun tüm kesimlerinde de görülmektedir. Sınırsız kazanma açlığı, kapitalizmle ve onun ruhuyla hiçbir biçimde özdeş değildir.
Görüldüğü gibi, ne tüketim ne de para ekonomisi sadece Batı’ya özgüdür; ama selamete ulaşma vaadi doğrultusunda tüketimi ve lüksü lanetleyen, çok çalışmayı ve yatırım yapmayı talep eden zihniyet Protestanlık adı altında sadece Batı’ya özgüdür. Buna göre kapitalizmin alt yapısı, Protestan Teolojisi ile uyum içindedir.
            Öyleyse Weber'e göre, kapitalist toplumun sosyolojik açıklaması, salt ekonomik faktörlerin önemini kabul etmenin yanı sıra, toplumsal davranış ve eylem biçimlerine özgü olan rasyonalizm biçimlerini de saptamaktır. Bu nedenle, Weber sosyolojisi ile Marksizm arasındaki temel sorun, nihai aşamada Weber'in Marksist tarih felsefesini; kapitalizmin gelişmesinin, kendiliğinden, maddi güçler tarafından belirlenen ve öznel öğeyi -yani insan eylemini- fiilen devre dışı bırakan nesnel, ekonomik yasaların işleyişiyle gerçekleştiği görüşünü reddetmesidir. Marksist yorum, anlamı 'tarihsicilik'te özümlemektedir; yani insan eylemlerinin, gelişmekte olan bütünsel ve tarihsel sürecin nihai aşaması olarak, çelişkilerin komünist toplumda uzlaştırılması temelinde bir anlamı vardır. Weber'e göre ise, Marksizm bir motivasyon anlayışından çok uzaktır. Değişim, insan eyleminin tam anlamıyla pasiflik düzeyine indirgendiği, dışşal ve kişisel olmayan güçlerin etkisiyle gerçekleşmektedir. Oysa Weber'e göre değişim, daima insan faillerin eylemleriyle ortaya çıkar: İnsan özneler, belirli usullerle hareket edecek, lüks ve dolayımsız tüketimi reddedecek, dünyevi hazlarını erteleyip katı bir çilecilik uğruna "yaşamın her türlü zevkinden" uzak duracak şekilde kendilerini motive edeceklerdir. Nitekim, kapitalizmin ruhunu (Hindistan ya da Çin'de görülmeyen ve Protestan ideolojisine bağlı bir ruh olarak) ortaya çıkartan şey, eylemlerdeki motivasyon yapısıdır.
 
            Kapitalizmin ruhu, metodolojik bir kavramdır; "tarihsel gerçeklikten alınmış olan tek tek tüm parçaları bir araya getirip ... kavramsal bir formülasyon, bizi ilgilendiren en iyi bakış açısını oluşturan" bir soyutlamadır. Bu haliyle, yaşama karşı rasyonelleştirici bir tutumla, borçların ve kredilerin geri ödenmesinde bir titizlik, çalışkanlık, ölçülülük, aylaklıktan kaçınma, tasarruflu olma gibi davranış kalıplarını ifade eder. Kapitalizmin ruhu, toplumsal bir etiktir; çileci Protestanlık ile yakından ilişkilendirilen tutum ve davranışların yapısıdır.
 
            Weber özellikle, Protestanlığın bir alt kolu olan Kalvinizmin, dünyevi ödev ya da meslek nosyonu etrafında kurulmuş olan içsel özellikteki çilecilik öğretisi üzerinde durur. Kalvinizm, dünyevi ödevleri yerine getirmenin, Tanrı'nın kabul edebileceği bir yaşam sürmenin tek yolu olduğunu belirtmiştir. Dünyevi ödevler içinde de, kişilerin çalışma uğraşısını oluşturan meslekler ilk sırada gelir. Bu nedenle Kalvinistler, meslek nosyonunu, kapitalist gelişmeye uygun olan değerlerle birleştirmeyi başarmışlardır. Kalvinistler mesleki uğraşları ile, dinsel inançların toplumsal değişimde pasif bir öğe değil, dinamik bir etken işlevi gördüğünü ispatlamaışlardır. Buna göre, bu dünyada yoğun çalışma ve bir meslekle ahlaki biçimde meşgul olma, Tanrı tarafından lanetlenme korkusunu yatıştırmaya yarar. Bu noktada ön plana çıkan da, maddi hazlar ve zamanın yapıcı biçimde kullanılması konularındaki "sistematik otokontrol"dü. Aylaklık, kumarbazlık, içki içme, zina ve aşırı uyku, Tanrı'nın inayetine layık olunmadığının kanıtları olaral görülmüştür. İnançlı müminler, dua etme gibi sadece manevi yükümlülüklerle sınırlı kalmayıp, dünyevi uğraşlarda da ellerinden geleni fazlasıyla yapmalıdırlar.
 
            Bu anlamda Weber'in argümanı, kapitalizmin doğuşunda belirli teologların fikirleri değil, "dinsel inançtan kaynaklanan ... pratik davranışı yönlendiren ve bireyin uyumunu sağlayan psikolojik etkilerin" belirleyici rolü olmuştur. Protestanlık içindeki dinsel önderler, bilinçli olarak bir kapitalist etik oluşturma uğraşısı içinde olmamışlar; toplumsal eylemin maksat dışı sonuçları böylesi bir duruma yol açmıştır.
 
TOPLUMSAL DEĞİŞME
            Toplumsal değişme farklı hız ve boyutlarda da olsa, her toplumda görülen ve o toplumun bütün kurumlarını etkileyen bir süreçtir. Günümüzün en ayırt edici özelliklerinden biri, toplumsal-siyasal ve ekonomik yapıdaki dönüşümlerdir. İnsan toplumlarının ortaya çıkışıyla birlikte, bir yandan insan ilişkileri karmaşıklaşmaya başlarken diğer yandan da teknoloji gündelik yaşama egemen olmaya başlamış ve toplumsal değişim süreci ortaya çıkmıştır.
            Söz konusu süreçte toplumların "nasıl", "neden" ve "hangi yollardan" değiştiği sorusu, sosyolojinin en merak uyandıran ve cevabı en zor sorularından biri olmuştur.
            Bunu sağlıklı şekilde cevaplayabilmek için, öncelikle "evrim", "gelişme" ve "ilerleme" gibi kavramlar ele alınmalıdır. Bu kavramlar, ilk dönem sosyolojisinde değişme ile eş anlamlı kullanılmış; değişme sürecinde, yön gösterici görev üstlenmişlerdir. Aynı zamanda değer yargıları da içeren bu kavramlar, kişilere göre olumlu ya da olumsuz şekilde değerlendirilebilirler.
 
            Toplumsal değişme, kuramcıların bakış açılarına göre, toplumun temel ilişki alanlarında ve toplumun yaşam kalıplarında meydana gelen değişiklikleri göstermektedir. Bu paralelde toplumsal değişmeyi, toplum yapısının temel alanlarında (ekonomi, siyaset, eğitim, aile, kültür, inançlar, ...) varolan ilişkilerde ortaya çıkan farklılıklar şeklinde tanımlamak mümkündür.
           
 
DEĞİŞİMİN BAZI KAYNAKLARI:
            Değişim tüm toplumların ortak özelliğidir. Değişimin hızı ise, gelişmiş ve geleneksel toplumlarda farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Özellikle geleneksel toplumlarda, değişim hızı son derece yavaştır; bu toplumlarda, yavaş işleyen ve gözlenmesi son derece zor değişiklikler söz konusudur.
 
            Sosyologlar, bütün toplumlarda değişime yol açabilen ve diğer faktörlerle etkileşim içinde olan birden fazla faktörden söz etmektedir.
 
            Doğal çevre: Doğal çevre, bir toplumun kültürel ve sosyal yapısı üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. İklim olarak soğuk bölgelerde yaşayan insanların yapısal özellikleri, kurak çöller veya tropik bölgelerde yaşayanlarınkinden çok farklıdır. Örneğin Avustralya'da yaşayan 'aborjinler', evcilleştirmeye uygun hayvanın ve sistematik tarım yapmaya uygun bitkilerin olmadığı bir kıtada yaşamaktadırlar; bu nedenle, avcı ve toplayıcı bir toplum olarak kalmaları, tarım toplumu olamamaları son derece doğaldır. Asya stepleri ile Anadolu' da yaşayan topluluklar ise, doğal çevrenin sağladığı imkanlar nedeniyle çobanlık ve tarım kültürlerini geliştirmişlerdir. Bunların sanayi toplumuna geçişleri ve toplumsal değişmeyi hızla yaşamaları da çok kolay olmuştur.
 
            Bunun yanında, doğal afetler nüfus yapısında değişimlere yol açabilir ve kitlesel göçlere neden olabilirler.
 
            Ayrıca, köprü bölgelerde ve coğrafi kavşaklarda yerleşmiş toplumlar, toplumsal ve çevresel güçler nedeniyle etkileşime çok daha fazla açık olduklarından toplumsal değişme merkezlerini oluşturmuşlardır. Buna karşılık, coğrafi olarak yalıtılmış bölgelerde yaşayan toplumlar, değişime çok daha az açıktırlar. (Örneğin, 20. yüzyıla kadar olan süreçte Japonya.)
 
            Nüfus: Demografik yapıdaki artışlar ya da azalışlar da, toplumsal yaşamı olumlu veya olumsuz etkilerler. Örneğin, hızla büyüyen bir nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak zor olacağından; bunun sonucunda kitlesel göçler ile bunun uzantısı olarak kültürel yayılma ortaya çıkar.
            Bir toplumda nüfusun yavaş büyümesi veya düşüşü, neslin tükenmesi gibi bir durumu ortaya çıkarır. Örneğin, Batı toplumlarında nüfus giderek yaşlanmaktadır. Kanada ise, dışarıdan göç almaktadır.
            Demografik büyüklükler, toplumsal ilişkilerde üzerinde de güçlü bir etkiye sahiptir. Az nüfuslu küçük yerleşim birimlerinde ilişkiler birincildir. Çok nüfuslu yerleşim birimleri ise, ikincil ilişkilere sahiptir. Burada toplumsal kontrol mekanizmaları ön plana çıkarır.
 
            Yaratıcı Düşünceler: Toplumsal değişmede düşüncelerin, özellikle de inanç sistemleri ile ideolojilerin rolü en çok tartışılan konulardan biridir. Örneğin Marx, toplumsal değişmeyi üretim tarzı ile ilişkilendirirken; Weber, kapitalist sistemin dinamosunu Protestan Etiği olarak görür.
 
            Sloganlarda ifade bulan düşünceler, bir çok toplumsal değişimin de simgesi olmuştur. Fransız Devrimi'ni simgeleyen ''özgürlük, eşitlik, kardeşlik'' istekleri, Fransa yanında diğer birçok ülkede de siyasal olayları etkilemiştir. ''İnsanların kardeşliği'' düşüncesi, Amerika' da kölelik karşıtları tarafından kullanılmıştır. ''Demokrasi'' ve ''sivil haklar'' ideali de, temel hak ve özgürlüklerin kazanımı yanında oy hakkının toplumun tüm kesimlerine genişletilmesi ve ayrıcalıkların kaldırılması gibi konularda yönlendirici olmuştur.
 
            Keşifler ve Buluşlar: Keşif, mevcut gerçekliğin farklı ya da yeni bir yönünün fark edilmesidir. Ancak önemli olan, keşiflerin toplum tarafından benimsenmiş olmasıdır. Örneğin, yüzyıllardır bilinen buhar gücü, 1700'lü yıllarda buhar makinesinin keşfedilmesiyle işlevsel hale gelmiştir.
            Buluş ise, daha önce varolmayan bir şeyi üretmek için mevcut bilginin yeni amaçlarla kullanımıdır. Buluşlar, araçsal (televizyon, bilgisayar, makine) olabileceği gibi, toplumsal da (devlet, piyasa, sivil toplum kuruluşu) olabilir.
 
            Yayılma Süreci: Yayılma süreci, bir toplumda varolan düşünsel ve teknolojik öğelerin diğer toplumlara sirayet etmesi anlamına gelir. bu noktada, toplumlararası etkileşim son derece önemlidir. Ortaçağda bu etkileşim, göç, savaş ve ticaret gibi yollarla gerçekleşmiştir. Günümüzde ise, bunların yerini enformasyon teknolojileri almıştır.
 
            Bazı sosyal bilimciler, yayılmayı, kültürel ve toplumsal değişim için belirleyici bir kaynak olarak görmüşlerdir. Modernleşme kuramları, endüstrileşmenin ileri toplumlardan az gelişmiş toplumlara doğru yayıldığını ortaya koymuştur. Gelişmekte olan toplumlarda teknolojik yenilikler daha çabuk benimsenirken, inançların ve kuralların benimsenmesi daha uzun zaman almaktadır.
            Liderler ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal değişimin bir diğer kaynağı da, toplumsal değişimleri planlayıp öngören ve fiiliyata geçiren insan eylemleridir. Bu eylemlerin iki türüözellikle önemlidir: Güçlü liderlerin önderlik ettiği hareketler ve geniş halk kitlelerinin kolektif davranışları.
 
            Tarihçiler, tarihsel ve toplumsal değişimi ''büyük adam'' teorisi ile açıklamaya çalışırlar. Sosyologlar ise, bu teoriye karşı çıkmakta; tarihi bireylerin yaptığı görüşü yerine, toplumsal koşulların bireyleri ortaya çıkardığı görüşünü benimserler. Buna göre, liderlerin kişilik ve hırsları, içinde doğup sosyalleştikleri kültürden etkilenirler. Bireylerin neden olduğu toplumsal değişim, onları ortaya çıkaran toplumsal koşullar ve diğer toplumsal güçler dikkate alındığında sosyolojik açıdan daha iyi anlaşılır. Örneğin; 2. Dünya Savaşı sadece Hitler' in kişiliğine ve hırslarına bağlanamaz. Dönemin Almanyası' nda toplumsal, etnik ve ekonomik zorluklar olmasaydı, Hitler ortaya çıkamayabilirdi. Farklı bir dönem ya da toplumda ortaya çıksaydı, yeri hapishane veya tımarhane olurdu.
            Toplumsal değişmede kolektif hareketlerin etkilerinin açıklanması daha kolaydır. Kolektif davranış kavramı, toplumsal koşulları değiştirmek için halkın gerçekleştirdiği ortak girişimleri ifade eder. Fransız Devrimi ve İstiklal Savaşı, bunun en güzel örneklerindendir.       
 
 
            TOPLUMSAL DEĞİŞME TEORİLERİ
 
            Gelişmeci Evrimci Teoriler:
            İlk dönemlerde kabul gören toplumsal değişim düşüncelerinden biri, sürekli ilerleme görüşü üzerine temellenmişti. Buna göre, insan mükemmel bir toplumsal düzen kurma gücüne sahipti.
            17. yy' da Francis Bacon, sürekli ilerleme düşüncesini savunmuştur. 18. yy' da Turgot ve Condorcet tarafından devam ettirilmiştir. Turgot, ilerleme zaman zaman kesintiye uğrasa dahi, insan toplumunun ağır fakat sürekli olarak ilerlediğini öne sürmüştür. Bu değişmenin, hem insan doğasında hem de toplumsal yaşamın her evresinde ortaya çıkması nedeniyle, toplumun mükemmellik düzeyine ulaşacağı öngörülmüştür. Condorcet de, bunu daha da ileriye götürerek, insan mükemmelliğinin sonsuz olduğunu ve gelişme sürecinin sınırsız devam edeceğini söylemiştir.
            Sosyologlar, toplumsal değişmeyi alt seviyelerden üst seviyeye doğru akan aşama şeklinde görmüşlerdir. Bu paralelde Comte, üç aşama yasasını geliştirmiştir.
 
            Benzer şekilde Spencer de toplumsal gelişmeyi organik evrim ile özdeşleştirerek açıklamıştır. Toplumun ağır olarak da olsa daha iyi bir duruma doğru ilerlediğini varsayan bu görüşe göre, ilkel dönemdeki savaşçı grupların militarist yaşamı, endüstrileşme ile barışçı bir döneme girmiştir. Endüstrileşme aşamasındaki toplum, bütünleşmiş bir sistem ortaya koyacak şekilde çeşitli unsurlarını üst düzeyde koordine ettiğinden; bu dengenin kurulması, barış içinde yaşayan farklı sosyal, ekonomik ve ırksal grupların varlığını mümkün kılmıştır.
 
            Sosyologların büyük kısmı ilerlemeyi, bilinçli ve sistematik çaba ile ulaşılan bir aşama olarak görmüşlerdir.
 
            Ancak herşeye rağmen, toplumsal değişmenin belirli aşamaları içermesi gerektiği yönündeki düşünce tam anlamıyla doğru değildir. Geleneksel toplumlarla ilgili alan araştırmaları, tüm toplumlar için aynı evrimsel bir sıranın adım adım takip edilmediğini gösterdi. Araştırmalar göstermiştir ki, bu toplumlar, diğer toplumlardan edindikleri düşünceler ve yenilikler yoluyla gelişimlerini farklı yollardan sürdürmüşlerdir. (Örneğin, paradigmatik sıçrama)                
 
            Fonksiyonalist teoriler:
            Fonsiyonalist perspektif, belli bir sistematik içinde ilk defa, toplumsal düzenin bir bütün olarak sürdürülmesinde hangi fonksiyonların rol oynadığını araştırarak, toplumu farklı açılardan inceleyen Durkheim tarafından uygulanmıştır. Durkheim, dinin, inananların dayanışmasını arttıran değerlerin ortak bir düzenini sağlama fonksiyonuna sahip olduğunu; eğitim kurumlarının da, bir nesilden diğerine kültürel geçişi aktarma fonksiyonunu yerine getirdiğini ortaya koymuştur.
 
            Fonksiyonalist bir perspektif üzerine temellendirilen toplumsal düzenin genel bir teorisini yapma uğraşı içindeki Talcott Farsons da; toplumsal statik ile toplumsal dinamiği açıklama yönündeki en önemli sosyolojik kuramlardandır. Ancak herşeye rağmen, toplumsal değişimin olası tüm biçimlerini açıklayamayan Parsons, bir toplumda modernleşme sonucunda ortaya çıkan kurumsal değişimlerle ilgilenir.
 
            Fonksiyonalistlerin büyük kısmı, gerilimlerin, en uyumlu toplumsal sistermlerde bile çeşitli toplumsal değişimlere neden olabileceğini kabul etmişlerdir.
            Çatışmacı Teoriler:
            Çatışmacı kuramlardan en bilinenini ortaya koyan Marks, değişimin, toplumdak içıkar çatışmaları sonucunda ortaya çıktığını öne sürmektedir. Marks, toplumsal yapının sosyo- kültürel biçimlerinin, toplumun ekonomik temeli (özellikle üretim tarzı) tarafından belirlendiğini söyler. Toplumsal tarih, sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki çatışmaların hikayesidir.
 
            Marks ve diğer çatışmacı teoristler, toplumu temel olarak dinamik ilişkiler çerçevesinde tanımlarlar. Burada çatışma, anormal bir olgu olarak değil, normal bir süreç biçiminde ele alınır. Toplumda var olan bütün ögelerin, gelecekteki toplumsal değişimlerin tohumlarını taşıdığına inanılır.
 
            Sonraki dönemlerdeki Marksist kuramcılar, toplumsal değişmenin kaynağı olarak sınıf çatışmasını öngörmüşlerdir. Marksist çatışmacı kuramcılardan bazıları ise, sınıflar arası çatışma yerine, gruplar arasındaki çatışmalar üzerine odaklanmışlardır. Buna göre çatışma, farklı çıkarlara sahip bireyleri, amaçlarına ulaşabilmeleri için sürekli harekete geçirir. Bu durumda, toplumun dinamizmini ve toplumsal değişimi sürekli olarak canlı tutar.
 
            Örneğin Dahrendorf, toplumsal sınıfların içindeki farklı gruplar arasındaki çatışmalara; siyasi partiler, dini gruplar, ırkçı hareketler, cemaatler arasındaki çatışmalara dikkat çeker.
 
            Değerlendirme:
            Toplumlar genel olarak, küçük ve basitten, büyük ve karmaşığa doğru yavaş yavaş gelişme eğilimi içindedirler. Her toplum bunu farklı yollardan yapar. Ancak teknoloji, en önemli etkenlerden biridir.
 
            Kongar, toplumsal değişme kuramlarını ve kullandıkları yaklaşımları, kolay anlaşılabilir bir çerçeve içinde sınıflandırılmıştır. Toplumsal değişmeyi insanlık tarihi boyunca ele alan kuramları ''büyük boy kuramlar'', belirli bir toplum ölçeğinde ele alan kuramları ''orta boy kuramlar'', insanların tutum ve davranışlarındaki değişmeyi açıklamaya yönelen kuramları da ''küçük boy kuramlar'' olarak sınıflandırmıştır.
 
            Bu kuramların özellikleri ve kullandıkları yaklaşımlar aşağıdaki gibidir:
            A) Büyük boy kuramların ortak özelliği; toplumları bütün insanlık tarihi içinde ele almaları veinsanlığın doğuşundan bugüne kadar meydana gelen olayları açıklayabilecek modeller ortaya çalışmalarıdır. Bu kuramlar, tarih incelemeye başvurmuşlar, geliştirdikleri modelin doğruluk kanıtlarını tarihte aramışlardır.
            Bu kuramlarda önemli olan, insanlık tarihinin gelişme yasalarının bulunmasıdır. Bu, genellikle üç ana kavram etrafında odaklanır:
 
            Evrimci Yaklaşımlar; Bu yaklaşımlar insanlık tarihini, kendi içinde meydana gelen birikimler sonunda görülen gelişmenin bir sonucu olarak görürler. Her toplumun belirli bir evrim çizgisi izlediğini savunan bu yaklaşım, bu durumu toplumların gelişme yasaları olarak görür. Comte ve Spencer' in kuramlarının temelinde, evrim kavramı ve bunun getirdiği zorunlu kurallar yatar.
 
            Diyalektik Yaklaşımlar; Değişimeyi diyalektik açıdan ele alan bu kuramlar, toplumsal değişimin yasalarını insanlık tarihi içinde arayan büyük boy kuramların bir başka grubudur. Diyalektikmodeller, insanlık tarihindeki her aşamanın, bir sonraki aşamanın tohumlarını taşıdığını ve bu yeni aşamanın bir önceki aşamanın zıttı olduğu görüşündedir. Buna göre, insanlık tarihinin gelişimi; her aşamanın, kendi zıttını ortaya çıkaracak nitelikleri de beraberinde getirmesiyle mümkündür.
 
            Organizmacı Yaklaşımlar; Toplumlarında, canlılar gibi doğdukları, büyüdükleri, geliştikleri, yaşlandıkları ve öldükleri görüşünü savunur. Buna göre, insanlık tarihi, aynen canlı organizmalar gibi doğan- büyüyen ve ölen toplumların tarihinden ibarettir. Savunucuları, Spengler ve Danilewsky.
 
            Büyük boy kuramların modelleri bakımından, evrimci görüş organizmacı görüşe göre çok daha sağlam temellere dayanır. Organizmacı görüş genellikle toplumların nasıl doğdukları ve geliştiklerini açıklamakta başarısızlığa uğramaktadır. Buna karşı evrimci görüş, insanlığın gelişimini, insanın doğayla olan ilişkisinden başlayarak ele aldığı ve fiziki antropolojiye dayandırdığı için çok daha sağlam temellere sahiptir. 
 
            B) Orta boy kuramların odak noktası, toplumun işleyiş ve değişme mekanizmalarını ortaya koymaktır. Bu sayede, tüm insanlık tarihinin gelişme yasalarının elde edilmesi de kolaylaşacaktır.
            Orta boy kuramları, iki grup içinde ele almak mümkündür:
 
            Yapısal- fonksiyonel yaklaşıma göre toplum birbirine bağımlı olan ve her biri toplumun uyumunu sağlamak için belli fonksiyonlara sahip olan unsurlardan oluşur. Bu unsurlar, fonksiyonel bir bütünleşme içinde toplumu oluştururlar. Bu toplum modeli şöyle özetlenebilir:
 
            - Her toplum, belli unsurların oluşturduğu bir kümedir.
            - Her toplum, bu unsurların iyi bir bütünleşmesine sahiptir.
            - Toplumdaki her unsur, toplumun fonksiyonlarını yerine getirmesine katkılarda bulunur.
            - Her toplum, üyelerinin fikir birliğine dayanır.
 
            Buna göre, mevcut tüm kendisini oluşturan unsurlarla birlikte toplum, çatışmadan uzak- ahenkli ve tutarlı şekilde işler. Bu nedenle, toplumsal unsurları, bir organizmanın birbirine bağımlı ve birbiriyle ahenkli bir ilişki içindeki organlara benzetmek mümkündür. Böylece, bu yaklaşım organizmacı yaklaşımların orta- boy kuramlardaki yansımasıdır.
 
            Yapısal- fonksiyonel yaklaşımın tam tersi olarak çatışmacı yaklaşım, toplumu birbiriyle çatışan unsurlardan meydana gelen bir bütün olarak ele alır. Bu yaklaşımın belirleyici karakteristikleri de şunlardır:
 
            - Toplumlar her an değişmeye müsaittirler ve toplumsal değişme her yerde ortaya çıkar.
 
            - Toplumlar, her an toplumsal çatışmaya sahnedirler ve toplumsal çatışma her yerde vardır.
 
            - Toplumu oluşturan tüm unsurlar, toplumun değişimine katkıda bulunurlar. Böylece toplum, ahenk içindeki bir organizma gibi değil, her an çatışmaların yaşandığı bir süreç olarak görülür.
 
            C) Küçük- boy kuramların ölçeği bireydir. Bunlar, bireylerin sahip oldukları değerler- tutumlar ve davranışlar üzerine odaklanırlar. Değer ve tutumların nasıl oluştukları, birbirlerini nasıl etkiledikleri, nelerden etkilendikleri ve nasıl değiştikleri gibi konular üzerine odaklanmışlardır. Bireyi temel alan bu yönelimleri nedeniyle, sosyal- psikolojiyi temel alırlar.
 
            MODERNLEŞME TEORİLERİ
            Modernleşme, geniş kapsamlı bir toplumsal değişme sürecidir. Batılı olmayan toplumlardaki değişim süreçlerini açıklamak amacıyla geliştirilen modernleşme kuramı, öncelikle ''modern'' ve ''geleneksel'' olarak nitelenen iki karşıt toplum tipinin karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Bu ayrım içinde, modern toplum tüm karakteristikleri içinde tanımlanmış; geleneksel toplum ise, ''modern olmayan toplum'' biçiminde formüle edilmiştir. Bu yanıyla modernleştirme teorileri, emperyalist bir yaklaşıma sahiptirler.
 
            Bu teoriler, modern toplumun belli karakteristiklerinden bahsederler. Buna göre modernleşme, ekonomik alt yapısının sahip olduğu gücün etkisiyle, toplumun diğer tüm alanlarında da değişime neden olduklarından, tarihteki en önemli toplumsal değişimlerden biri olarak görülürler.
 
            Modern toplum ile belirli bir paradigmatik anlayış kastedilmektedir. Bu, belirli bir insan tipini, insanla doğa ve insanla insan arasındaki ilişkilerin belirli bir kavrayış biçimini, belirli bir ekonomik ilişkiler sistemini, nihai aşamada da tüm bunların oluşturduğu toplumsal ve ekonomik temel üzerine kurulu demokratik bir siyasal yapıyı içermektedir.
 
            Modernleşme, gelenekselden moderne doğruevrilen bir değişim sürecidir. Modernleşme sürecinin genel kabul gören başlıca karakteristikleri şunlardır:
 
            1) Modernleşme, devrimci bir süreçtir. Bu, modern ve geleneksel toplum yapısının içerimlediği karşıtlıklarda açıkça görülür. Gelenekselden moderne doğru evrilen yer değiştirme, ancak insan- öncesi toplumdan insanın ortaya çıktığı toplumla ya da ilkel toplumlardan uygar toplumlara geçişin neden olduğu değişimle karşılaştırılabilir.
 
            2) Modernleşme, karmaşık bir süreçtir; tek bir faktöre veya boyuta indirgenemez. İnsan düşüncelerinin ve davranışlarının, tüm alanlarında ortaya çıkan değişmeleri içerir. Modernleşmeyi oluşturan karakteristik unsurlar şunlardır: Sanayileşme, kentleşme, farklılaşma, sekülerleşme, haberleşmenin yayılması, siyasal katılımın genişlemesi, sosyal hareketlilik, okur- yazarlık ile eğitimin artması, vs.
 
            3) Modernleşme, sistematik bir süreçtir. Herhangi bir faktörde ortaya çıkan değişiklikler, diğer faktörlerdeki değişmelerle ilgilidir ve onları da yakından ilgilendirir.
 
            4) Modernleşme, küresel bir süreçtir. XVI. yüzyıl Avrupası' nda ortaya çıkmasına rağmen günümüzde dünya çapında bir fenomen haline gelmiştir. Bu anlamda, Batı merkezinden yayılan düşünceler ile tekniklerin bir sonucudur.
 
            5) Modernleşme, uzun bir süreçtir. Batı toplumlarının modernleşmesi, birkaç yüzyılda ortaya çıktı. Günümüzde modernleşmekte olan toplumlar ise, bunu daha kısa bir zaman zarfında gerçekleştirecekler. Bu anlamda, modernleşme süreci görece olarak kısalmakta; ancak, gelenekselden moderne geçmek için gereken zaman hala yüzyıllarla ölçülecek.
 
            6) Modernleşme, aşamalı bir süreçtir. Tüm toplumların geçireceği modernleşme süreci, farklı aşamaları ya da düzeyleri içerir. Toplumların geli,şme süreci, geleneksel aşamadan başlar ve modern aşamada sona erer; ancak aradaki geçiş aşaması, toıplumların yapısına göre farklılıklar içerebilir. (evrimci bir süreç ya da paradigmatik sıçrama izleyebilirler) Sonuç olarak her toplum temelde benzer aşamalardan geçecekse de, bunun tüm toplumlarda aynı olması gerekmez.
 
            7) Modernleşme, homojenize edici ve bütünleştirici bir süreçtir. Geleneksel toplumlar, çok az ortak noktalara sahip olan ve çok farklı türleri bulunan toplumlardır. Modern toplumlar ise, temel benzerlikleri paylaşırlar. Modernleşme, toplumlar arasında, birbirine yaklaşma ve özdeşleşme eğilimlerini arttırır. (Toffler' in sanayi toplumları için verdiği örnek) Bu özelliği ile modernleşme, siyasal olarak organize olan bu toplumların birbirleriyle bütünleşmelerine doğru bir süreç içerir.(AB)     
 
            Modernleşme, geri dönüşü olmayan bir süreçtir. Modernleşme sürecinin unsurlarında, geçici bozulmalar ve arasıra tersine dönmeler yaşansa da, nihai aşamada bir geri dönüş söz konusu değildir. Bu arada toplumdan topluma değişim oranları değişse de, değişimin yönü değişmez.
 
            9) Modernleşme, ilerici bir süreçtir. Modernleşme, kısa dönemde ne kadar sancılı ve zorlu olursa olsun; uzun dönemde, kaçınılmaz ve narzu edilen bir süreçtir. Modernleşmenin kültürel ve maddi alanda sağladığı refah artışı nedeniyle; toplumlar, ekonomik- siyasal ve toplumsal anlamlarda daha üst düzeylere ulaşmak isteyeceklerinden, modernleşme hem kaçınılmaz hem de arzu edilir bir faktör haline gelecektir.
 
            GELENEKSEL TOPLUMDAN MODERN TOPLUMA GEÇİŞ SÜRECİ
            Modernleşme süreci, ilerlemeci-geriye dönüşü olmayan aşamaları ifade etmesi nedeniyle, determinist bir karakteristik taşır. Ancak, burada yine de insan eylemleri sonucu ortaya çıkabilecek durumlar söz konusudur. Bunlar, tarihin akışını "geciktirici" olabilecekleri gibi "hızlandırıcı" nitelikte de olabilirler. (İran ve Asya Kaplanları örnekleri) Modernleşme kuramı daha çok ikinci etken üzerinde durmuş ve modernleşmekte olan toplumlarda "aydınlar"ın rolünü araştırmıştır.
            Gelenekselden moderniteye geçiş aşamasındaki ekonomik-toplumsal ve siyasal dönüşüm süreçlerinde aydınların rolü incelenirken; bu soru, geçiş toplumlarının Batılı olmaları ya da olmamaları üzerine odaklanmaktadır. Batı'da bu geçiş süreci, yaklaşık dört yüzyıllık bir sürede tamamlanmış ve kendiliğinden gerçekleşmiştir. Yani Batı, kendi "iç dinamikleri" sonucunda modernleşmiştir.
            Batılı olmayan toplumlarda ise modernleşme, daha kısa bir zaman dilimi içinde ve kendiliğinden olmayan "dış dinamikler" etkisinde gerçekleşmiştir.
            Yani, Batı toplumları sürekli değişim içinde olan dinamik toplumlardır. Batılı olmayan toplumlar ise, statik karakterleri nedeniyle, Batılı toplumların dışarıdan müdahalesini gerektirirler. Ancak bu durumu, Batılı olmayan toplumların çoğu özümsemekte zorlandıklarından, zaman zaman krizler ve ciddi sorunlar ortaya çıkmaktadır. (Örneğin Türkiye'de, muhafazakar kesim daha da radikalleşmiştir.) 
            Bunun sonucunda da, toplumun çoğunluğunu oluşturan ve geleneksel yapısını sürdüren kesimlerin, itici bir güç olarak rol oynamaları oldukça zordur. Bu nedenle, Batılı olmayan toplumlarda yabancı aristokrat bir seçkinler sınıfının ya da Batı kültürü almış yerli bir aydınlar kesiminin yol göstericiliğine ihtiyaç duyulmaktadır. Bunun sonucu da, geçiş toplumlarında modernliğe geçilmeden önceki aşamada demokrasinin işlerlik kazanmasının zor olmasıdır. Modernleşmenin toplum açısından en önemli yansıması, siyasal kurumların niteliğinde ortaya çıkmaktadır. Huntington bu konuda şunları söylemektedir:
            Siyasal kültür ile toplumsal yapının uyumlu olması, siyasal değerler ile siyasal davranış tipleri arasında uyuma yol açmaktadır. Siyasal kültür ile siyasal yapılar arasında bir uyum söz konusu oldukça, siyasal değişime gerek duyulmayacaktır. Siyasal sistem toplumsal beklenti ve talepleri karşılamakta yetersiz kaldığındaysa, uyum yok olacak ve siyasal değişme kaçınılmaz olacaktır. Siyasal değişimin ivmesi, iç ve dış dinamiklerin siyasal yapı üzerindeki etkileri ile orantılı olacaktır. Siyasal değişimin kaynaklarından biri de, farklı düzeylerdeki siyasal kültürler arasındaki ilişkilerdir. Siyasal kültürler arasındaki etkileşimlerde yenilikleri benimseme kolay olmayacağından, kültürel öğelerde ortaya çıkmaya başlayan değişme, her öğede aynı hız ve zamanda gerçekleşmediği gibi kimi öğelerde de katı bir dirençle karşılaşacaktır. Böyle bir durumda da, siyasal sistemde gerginlikler ve çatışmalar ortaya çıkacaktır. Siyasal değerler ile inançların değişimi, uzun bir zaman sürecini gerektirmektedir.
            Toplum, belli bir kültür sistemini içerir; bunun içinde, bölgesel ve yerel alt-kültürler yer alır. Zaman zaman bu alt kültürlerin, ulusal düzeyde egemen olan ideolojiye karşı olumsuz tutumları, onu değiştirmeye yönelik eylemleri ve tepkileri söz konusudur. Alt kültür olarak betimlenen bu "farklılıklar", toplumun kültürel zenginliğinin göstergesidir. Ancak bu farklılıklar kendilerini ifade edecek kanalları bulamadıkları taktirde, toplumsal uyumun yerine çatışmalar ve gerginlikler alacak, bu da sistemin bölünüp parçalanmasına yol açabilecektir. Bu nedenle, siyasal sistem ile siyasal kültür arasındaki uyum kaçınılmazdır.              
 
                TÜRKİYE'DE TOPLUMSAL DEĞİŞME
            Türkiye 1923 yılı itibariyle, en radikal dönüşüm projelerini arka arkaya uygulamaya koymuştur. Yeni ve modern bir devletin kurulmasıyla; padişahlık ve halifeliğin yerini cumhuriyet, din devletinin yerini laik devlet anlayışı, arap harflerinin yerini latin harfleri, vs. almıştır. Bu dönüşümün temelleri, 18. yüzyılda Osmanlı'da başlamış olsa da; bu sadece "üst yapı" kurumları ile sınırlı kalmıştır. Üretim yapısında hiçbir değişim olmadığından, ekonomik zenginliği sağlayacak "alt yapı" dönüşümü ortaya çıkmamış; bu nedenle, "üst yapı" kurumlarının reformları da tümüyle halka malolmamıştır. *** Batı toplumlarının gelişimlerinin temelinde ise, rönesans ve reform olarak bilinen üst yapı dönüşümleri ile sanayi toplumuyla ortaya çıkarak üretim ilişkilerini ve üretim tarzını radikal şekilde dönüştüren alt yapı dönüşümleri yatar.
            İkinci büyük dönüşüm hamlesi ise, 1950'lerde başlar. Bu dönemde "Marshall Yardımı" ile bir yandan köyler hızla makineleşirken, diğer yandan da köyden kente göç başlamıştır. İlk aşamada, öküz ve sabanın yerini traktör alarak kırsal kesimde modernleşme yaşanmış; bunun sonucunda köylüler, küçük meta üreticisi çitçilere dönüşmüştür. (Ancak bu durum, sanayileşme yerine köylüleşmeyi ortaya çıkarmış ve köylü bir toplum yapısı egemen olmuştur.) Bunun diğer bir sonucu da, büyük torak sahipleri ile küçük toprak sahipleri arasında bir kutuplaşma ortaya çıkarması olmuştur. İkinci aşamada, tarımsal faaliyetlerin artık devam ettirilememesi nedeniyle, topraktan kopma yaşanması ve bu durumun sanayileşmeyi hızlandırması olmuştur. (Ancak bu tamamıyla iç dinamikler sonucunda ortaya çıkmadığından, proleter sınıf değil, ne iş olsa yapan kırsal kökenli vasıfsız iş gücü toplumsal yapıya damgasını vurmuştur.) Bu olguyu, köyün "itici" ve kentin "çekici" niteliğiyle açıklamak da mümkündür. Çünkü bir yandan kırsal alanlar cazibesini yitirirken, diğer yandan da ulaşım ve iletişim alanlarında yaşanan gelişmelerle kentler ön plana çıkmıştır. Ancak kentlerde yaşanan nüfus birikmesi, beraberinde de büyük sorunlar getirmiştir. (Burada diğer bir önemli nokta da, tam şehirleşmemiş ara bir sınıfın ortaya çıkması ve kırsal destek devam ettiğinden toplumsal patlamaların ortaya çıkmamasıdır.)
            1960'lara damga vuran ise, dışarıya işçi göçünün yaşanması olmuştur.   
            Ekonomik açıdan ise, Türkiye'nin asıl sorunu yüksek enflasyon değil, adaletsiz gelir dağılımıdır. Bugün, zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum ve bölgeler arası gelişmişlik farklılıkları giderek büyümektedir. Ayrıca, KİT'lerin ekonomi üzerindeki yükü de giderek artmaktadır. (Bunun yanında, tarım sübvansiyonlarının maliyetinin, KİT açıklarının birkaç katı olduğunu da unutmamak gerekir.)
 
            Ancak Türkiye'nin sahip olduğu artılar da mevcuttur:
            - Genç nüfusun oranının yaşlı nüfusa göre daha fazla olması, ekonomik büyüme ve gelişme için önemli bir avantajdır
            - Türk özel sektöründeki dinamizm ile atılımcı girişimci ruhu, gelişmeye büyük katkılar sağlamaktadır. Örneğin 1980 sonrasında dışa açılan ve serbest piyasayla tanışan Türkiye, dünyada en hızlı büyüyen ülkeler arasındadır.
            - Türkiye, küresel ekonomik bütünleşmeye en hızlı uyum gösteren ülkelerden biridir. Ekonomik istikrarsızlık ortamında dahi, ihracatını arttırma başarısı östermiştir.
            - Doğal ve kültürel zenginlikleri, turizm potansiyelini canlandırmakta ve önemli girdilerin sağlanmasına yol açmaktadır.
            - Coğrafi konum itibariyle, yeni kurulan Türk Cumhuriyetleri ile eski Doğu Bloku ülkelerine yakın bulunmaktadır. Bu da, önemli pazar imkanları sağlamaktadır.
            - İşletmelerin çoğunu KOBİ'ler oluşturmakta, bu rekabet açısından büyük avantaj sağlamaktadır. Ancak ivedi olarak, yeni yönetim teknikleri ile bilgi teknolojilerini uygulamalıdır.
 
            Sonuç olarak, Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu sorunlar kadar sahip olduğu avantajlar da mevcuttur. Önemli olan, fırsatları en gerçekçi şekilde değerlendirmek ve 21. yüzyıla damga vurmaktır. Bu da, yeni bir vizyon yakalamak ve ciddi bir misyon yüklenmekle mümkündür. Bu açıdan Türkiye, tarihinin en kritik dönemini yaşamaktadır.
 
  Bugün 9 ziyaretçi (9 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol