Yrd. Doç. Dr. Uğur Dolgun'un Web Sitesi
  Donusen Cag, Degisen Endustri Iliskileri
 

DÖNÜŞEN ÇAĞ,

DEĞİŞEN ENDÜSTRİ İLİŞKİLERİ
 
 
YENİ ÇAĞ: FIRSATLAR VE ÇELİŞKİLER
 
XXI. asra ve 3. bin yıla girerken çağımızın karşılaştığı en önemli sorunun “değişim” ve “dönüşüm” olduğuna hiç kuşku yoktur. Değişen çağ, teknolojik, ekonomik, siyasi ve sosyal boyutlarıyla adeta renk cümbüşü içinde “jakarlı kumaşlar” dokumaktadır.
 
Gerçekten insanlık tarihi her dönemde, çağının siyasi, ekonomik ve sosyal özellikleriyle kendi süreçlerine uygun ve birbirleriyle benzeşen yapılar oluşturmaktadır. Nasıl ki, Endüstri Devrimi çoğulcu demokrasilerin, kitle üretim ve tüketiminin, birbirine karşı çıkar ayrılığı içinde mücadele eden işçi-işveren ilişkilerinin yapılarına şekil vermişse, benzer biçimde 200 yıl arayla günümüz toplumlarının da çok yönlü yeni yapısal dönüşümlere hazırlandığı gözlenmektedir. “Bilgi toplumu” veya “sanayi-ötesi dönüşüm” diye isimlendireceğimiz bu çağ da beraberinde karmaşık, ekonomik ve sosyal yapıların dinamik oluşumlarını gündeme getirmektedir.
 
Bu dönüşümün baş köşesinde küreselleşme sürecinde yaşanan hızlı değişim mevcuttur. Hizmet sektörlerinin egemen olduğu bu yeni yapılar içinde, bölgesel bütünleşmeler, dışa dönük ihraç ekonomileri, KOBİ’ler, rekabet gücü, buna uygun olarak oluşan esneklik, özelleştirme, yeni üretim ve yönetim teknikleri, kalite, verimlilik, çıkar birliğine dönüşmüş ve diyaloglara dayalı yeni işçi ve işveren ilişkileri söz konusudur.
 
Tarihin bu neden-sonuç karmaşası ve sorun yumağına dönüşen yapıları içinde dönüşümlerin ipuçlarını bulmak ve ona bağlı değişkenlerle temel faktörlere dayalı analizler üretmek büyük beceri istemektedir. Diğer bir deyişle, dinamik değişimler yeni olanaklar yanında üstesinden gelinmesi gerekli zorlukları da getirmektedir. Tüm bu karmaşada dikkati çeken husus, dönüşümün beraberinde getirdiği birbirine zıt yönlü farklı bakış açıları ve çelişkilerdir.
 
Örneğin, sosyal devlet-liberal devlet, istihdam-işsizlik, artan refah-bozulan gelir dağılımı ve artan yoksulluk, refah devleti- sosyal güvenliğin özelleştirilmesi, iş mücadeleleri-sosyal diyalog, Fordist üretim-bütünsel kalite yönetimi, iş güvencesi- işyeri güvencesi ve istihdam edilebilirlik, geleneksel mavi yakalı işçi-beyaz yakalı bilgi işçileri, büyük işletmeler-KOBİ’ler bu arada sayılabilir.
 
Bu çelişkiler aslında Endüstri Devrimi’nde de yaşanmıştır. Endüstri Devrimi’nden aşağı yukarı yüz sene sonra 1859’da yazdığı “İki Şehrin Hikayesi” kitabında Charles Dickens, Endüstri Devrimi’nin getirdiği nimetlere ve yarattığı sorunlara işaret ederken şöyle diyordu; “zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; aydınlığın mevsimiydi, karanlığın mevsimiydi; umudun baharıydı, umutsuzluğun kışıydı...”
 
Hemen her konuda zıtlıklar ve çelişkiler dinamik yeniden yapılanmalarla birlikte toplumların önüne karmaşık tartışmaları getirmektedir. Burada temel sorun, birbiriyle çelişkili bu yapılardan uyumlu, daha aydınlık, özgürlükçü bir refah toplumuna geçmek için yeni çözümler üretmektir. Bu da toplumlarda liderlerin “çağı yakalama”daki vizyonlarını belirleyecektir.
 
XXI. asrın da beraberinde yeni nimetler, fakat çok ciddi yeni sosyal sorunlarla geldiğine hiç kuşku yoktur. Bu sosyal sorunların başında gittikçe yapısal bir hale dönüşen işsizlik ve bozulan gelir dağılımı gelmektedir. Çağa uygun sürdürülebilir büyüme stratejileri yürüten ülke ve bölgelerde ise, katlamalı ulusal gelir artışları, düşük işsizlik, enflasyon ve dış borçlar yaşanmaktadır.
 
Aslında dönüşen yeni bilgi çağında küreselleşme ve Gümrük Birliği’nin olumlu ve olumsuz yöndeki tartışmaları bir yana, bu değişimin Türk toplumu için en ileri çağdaş ekonomileri en kısa zaman süreleri içinde yakalayabilme tarihsel fırsatlarını da beraberinde getirdiği bir gerçektir. Burada gerekli olan, Türkiye’nin, gündemini bu sorunlara yönelik olarak yeniden düzenlemesidir. Kuramsal ve uygulama olarak bu yapıldığı takdirde, sorunların önemli bir kısmı aşılmış olacaktır.
 
Gerçekte geniş anlamda çalışma hayatı, dar anlamda Endüstri İlişkileri’nde dönüşümler, çağın getirdiği teknolojik, ekonomik ve sosyal değişimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle Endüstri İlişkileri’nin bağlı değişken olarak köklü biçimde kendisini kuşatan temel değişkenlerden etkilendiği anlaşılmaktadır.
 
Yakın tarihlerde bilgi çağının ve küreselleşme süreçlerinin Endüstri İlişkileri’ne etkileri ile ilgili çok sayıda toplantı, seminer ve yayın yapılmıştır. Bu çalışmalar yeni teknolojilerin ve küresel gelişmelerin çalışma hayatını derinden etkileyeceğinin işaretlerini vermektedir. Bu defa ise, küreselleşen ve bölgesel bütünleşmelere yönelen dünyamızın, özellikle Türkiye boyutuyla çalışma yaşamına etkilerini ele almak istiyoruz.
 
 
DÖNÜŞÜMÜN BOYUTLARI: “BİLGİ ÇAĞI ve KÜRESELLEŞME”
 
Aslında, geleceğini düşünmeyen ve tartışmayan bir toplumun geleceğinin olmayacağı noktasından hareketle, çağın değişen parametrelerini ele almak zorundayız. Hangi faktörler hangi yöndeki gelişmelerle dünyamızın geleceğini belirliyor ve ulusların bu değişen dünyada başarılı bir ekonomik performans göstermelerinin nedenleri nelerdir? Birinci Endüstri Devrimi’ni yakalayamayan Türk toplumu için, acaba ikinci Endüstri Devrimi’ni ve bilgi çağını yakalama şansları var mıdır: Bu Türk toplumu için bir tarihsel “baht dönencesi” midir?
 
Gerçekten, ülkemizin özellikle Cumhuriyet dönemindeki sanayileşme gayretlerine rağmen, 3.000 Dolarları aşamayan kişi başına milli geliri, gittikçe artan iç ve dış borçları, düşük eğitim seviyesi, yüksek enflasyonlu ve iniş-çıkışlı büyüme hızları, fakirlik biçiminde ortaya çıkan ve hızla büyüyen istihdam sorunları, nihayet gittikçe bozulan gelir dağılımı yapılarıyla çağdaş dünyadaki gelişme ve tartışmaların dışında yeni yüzyıla doğru yetersiz bir açılım gösterdiğini belirliyoruz. Bir yandan çağı yakalamanın yollarını tartışırken, diğer yandan özellikle bu değişimin çalışma yaşamında getireceği yeni koşulları ele alıp incelemek istiyoruz.
 
Günümüzde küresel dünyada büyüme ve daha hızlı gelişme için yeni şansların doğduğunu, özellikle Pasifik’te kümeleşmiş 8-10 ülke bize göstermektedir. Genelde bunların enflasyon ve işsizlik oranları % 1’ler civarında seyrederken, büyüme hızlarının % 5’lerin üzerinde olduğu ve ulusal gelirlerini son yirmi yılda ikiye-üçe katladıkları gözlenmektedir. Japonya’nın özel koşulları dışında bir kısmı sosyalist, bir kısmı çağdaş çalışma normlarından uzak, siyasi özgürlüklerden yoksun, hatta dağınık siyasi yapılarıyla çok hızlı bir gelişme kaydeden ekonomik krizlere dayanıklılık gösteren bu toplumların büyümelerindeki temel faktörleri, tartışma gündemine getirmek gerekir. “Pasifik Kaplanları” grubundaki bu gelişmeleri Avrupa’nın hemen varoşlarında yeni bir yükseliş izlemektedir.
 
“Doğu Avrupa Boğaları” denilen bu grupta, özellikle 1990’lardan sonra hızlı bir demokratikleşme, özelleştirme, piyasa ekonomisine geçiş ve AB bütünleşmeleri içinde potansiyel gelişme odakları oluşmaktadır. Güney Asya’da, Latin Amerika’nın bazı ülkelerinde benzer sıçramalar gözlenmektedir.
 
Genel olarak bakıldığında, değişen dünya koşullarına Pasifik’in çok iyi uyum göstermesine mukabil, ABD’de nispeten başarılı bir gelişme görülmekte, en dramatik çelişkiler özellikle Batı Avrupa’da, daha dar bir deyişle AB’de yaşanmaktadır. Bütün bu mukayeseli gelişme modellerinden kuşkusuz bir politikacının deyimiyle “toz kaldıran değil, toz yutan bir ülke olarak” Türkiye’nin alacağı dersler vardır.
 
Genelde “GATT Anlaşmaları” ve “Uruguay Turu” ile oluşan “Yeni Dünya Düzeni”, böyle bir küresel değişme içinde, dünyayı büyük ve tek bir pazar haline dönüştürmekte, bölgesel-küresel bütünleşmeler içinde bu oluşumun ne yönde yeni olanaklar getirdiği daha açık bir biçimde gözlenmektedir. Bu, gerçekten kapalı ekonomiler için dünya pazarlarına açılmada yeni tarihsel fırsatları da ortaya çıkarmaktadır. Gümrük Birliği bütünleşmesi içinde, Türkiye’nin 3-4 yıllık uygulama sonuçları gerçekten başarısız ve Türkiye aleyhine sonuçlar getirici bir gelişme olmuştur. Bu çok kısa süreli değerlendirmeleri orta ve uzun dönemli daha başarılı sonuçların takip etmesi büyük ölçüde küresel çağın değişen koşullarına daha hızlı uyum sorununu gündeme getirmektedir. Özellikle Aralık 1999’da Helsinki’de Türkiye’nin aday ülke olarak belirlenmesi bu yöndeki çabaları yaşamsal hale sokmuştur.
 
Bütün bu faktörler karmaşası içinde, küresel dünyadaki temel faktörün “rekabet gücü”nün artırılması olduğunda hiç kuşku yoktur. Diğer yandan, yine bu küresel ekonomik ve teknolojik gelişmeler, KOBİ’lerin yükselişini ve ihraç ekonomilerinin başarısını gözler önüne sermekte, çağı yakalayan ihraç ekonomileri bir yandan gelirlerini hızla artırırken, diğer yandan istihdamlarını genişletmekte ve bütün dünyanın özlemini çektiğini refah ekonomilerine doğru büyük bir hızla yol almaktadırlar.
 
Bilindiği gibi, böyle bir ihraç ekonomisinde başarının temel koşullarını, üretilen mal ve hizmetlerin daha hızlı, daha ucuz, daha kaliteli ve tüketici odaklı üretilmesi oluşturmakta, bu temel değişkenler beraberinde çok sayıda değişik faktörün analiz edilmesini ve karşılıklı etkileşim içinde ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Burada ise karşımıza “sürekli eğitim”, “kalite” ve “verimlilik” altın zinciri çıkmaktadır.
 
Bu değişimin bir başka önemli boyutu ise, hangi sektörlerin ve büyüme stratejilerinin ülkelerin gelişmesinde etkili olduğu konusudur. Günümüzde, özellikle teknolojinin temelde bilgi, iletişim ve ulaşım teknolojileri boyutuyla geliştiği gözlenmektedir.
 
Artan dünya ticaretinde bu teknolojiler egemen olmakta ve toplumlara daha hızlı büyüme olanakları getirmektedir. Özellikle bu teknolojilerdeki ilerlemeler küresel dünya ticaretini daha da genişletmekte, neden-sonuç ilişkileri içinde olumlu yönde hızla gelişen karmaşık yapılar ortaya çıkmaktadır.
 
Bu değişen yapıların gündeme getirdiği dikkati çeken çok önemli bir boyut ise, “hizmet ekonomileri”nin yükselişidir. Bu küresel değişim sürecinde tarım sektörünün % 5’lerin altına kadar düşen hızlı daralması yanında, katlamalı üretim artışlarına rağmen, sanayi sektörünün % 25-30’larda durgunlaştığını, buna mukabil hizmet sektörlerinin % 60’ların üzerinde hızla genişlediğini görüyoruz.
 
İşgücü yapısındaki bu gelişme de küreselleşme ile birlikte giden ve tüm tartışmaları daha da karmaşık hale sokan yeni boyutları gündeme getirmektedir. Böylece Endüstri Devrimi’nin mavi yakalı, tam süreli çalışan erkek işçileri yerine, kısmi süreli çalışan, genelde beyaz yakalı kadın işçileri almakta ve bu değişim çalışma yaşamında yeni sorunlar yumağı yaratmaktadır. Çalışma hayatındaki dönüşümün odak noktasını ise, özelleştirme ve esneklik tartışmaları oluşturmaktadır.
 
BAŞARININ TEMELİ: “REKABET GÜCÜ”
 
Küreselleşmenin lehinde ve aleyhindeki görüşler ne olursa olsun, günümüz dünyasında küresel bir yapı içinde, temelde sermayenin egemen olduğu, çok uluslu şirketlerin, yabancı sermayenin, iktisadi fırsatları büyük bir kolaylıkla takip ederek yer değiştirdiği “yeni bir dünya düzeninin” ortaya çıktığı görülmektedir. Kuşkusuz, küresel dünyanın yeni olanakları her üretim faktörü için aynı nitelikte bulunmamakta, özellikle emek, genelde ülke sınırları içinde kalmakta, küresel dünyanın fırsatlarından yeterince yararlanamamaktadır.
 
Bilindiği gibi, küresel dünyada başarının sınırlarını belirleyen en önemli faktör, dünya piyasalarına açılmış malların rekabet gücüdür. Bu noktadan hareketle konuya baktığımızda, özellikle rekabet gücünü belirleyen faktörler arasında “ucuzluk ve kalite” birbiriyle çelişen faktörler ağı içinde çalışma hayatının esas boyutlarını ve standartlarını da etkileyen stratejik bir faktör rolü oynamaktadır.
 
Her ne kadar sosyal bilimlerde bazı değişkenleri, etkilenen faktörler grubunda göstermekten doğan nisbi hatalar söz konusu ise de, temelde tartışma kolaylığı getirmesi açısından rekabet gücünden hareketle bu değişkenin çalışma hayatına yansımasını bir sistem bütünlüğü içinde aşağıdaki şekilde sıralayıp analiz edebiliriz. Kuşkusuz burada ikili çıkmazlar, birbiriyle çelişen faktörler her zaman bir karşıt iddia olarak ileri sürülebilir.
 
Rekabet gücü, bilindiği gibi küreselleşme sürecinin vazgeçilmez bir unsuru olarak ortaya çıkmaktadır. Rekabet ve rekabet gücü tartışmaları, kuşkusuz çok sayıda faktörü de gündeme getirmektedir. Bu faktörler arasında teknolojik yenilikler, yurtiçi ve uluslararası fiyatlar, özellikle yerel paranın yabancı paralar karşısında yerel değeri, emek verimliliği ve reel ücretlerdeki değişmeler tartışma konusu yapılabilir.
 
Bu yaklaşım içinde, dünyada büyük yarış içinde rekabet gücü yüksek hangi ülkelerin olduğunu belirlemeye yönelik ilginç araştırmalar da yapılmıştır. “Dünya Ekonomik Forumu” (WEF) rekabet listesinin en tepesinde yer alan ülkenin Singapur olduğunu açıklamıştır. Buna mukabil, “Yönetim ve Kalkınma Enstitüsü” (IMD) yaptığı araştırma sonuçlarına göre, ABD’nin dünyanın en sağlıklı ekonomisi olduğunu duyurmuştur. Bu her iki kuruluşa göre, AB rekabet yarışında geride kalmaktadır. Her iki çalışmanın sonuçları büyük ölçüde birbirine yaklaşmakta, listenin tepesinde yer alan ülkeler arasında ABD, Singapur ve Hong-Kong bulunmaktadır. Japonya birinci listede dördüncü sırada yer alırken, ikinci araştırmada 13. sırada gözükmektedir.
 
Bir ülkenin rekabet gücü, ürettiği malların ister iç tüketim ister ihracat için olsun, diğer ülkelerin mallarıyla kalite ve fiyat bakımından yarışabilecek düzeyde olmasını ifade eder. Rekabet gücü, üretim ve verimin artması, yaşam standartlarının iyileşmesi ve istihdamın geliştirilmesi için bir önkoşuldur. Ülkenin refah seviyesinin yükseltilmesi ve istihdam olanaklarının geliştirilmesi, ülkenin kaydedebileceği üstünlüğe bağlıdır. Rekabet gücünü belirleyen faktörler arasında maliyetler, verimlilik, karlılık, iç piyasa, kamu sektörü ve makro-ekonomik piyasalar sayılabilir.
 
Günümüzde, rekabet gücünü etkileyen ve ülkelerin rekabet güçlerini belirleyen faktörler konusunda karşılaştırmalı çok sayıda araştırma ve yayın yapılmıştır. Ülkemizde rekabet gücünü etkileyen olumsuz faktörler, Yedinci Beş Yıllık Plan’da sıralanmıştır. Bunlar arasında; makro-ekonomik istikrarın sağlanamaması, kronikleşen yüksek enflasyon, sermaye birikiminin yetersiz olması, sermaye maliyetinin ve sanayi temel girdi fiyatlarının yüksek olması, kurumsal yapıda istikrarsızlık, teknolojideki gelişmelerin yeterince izlenmemesi, sanayide teknoloji üreten bir düzeye ulaşılamaması, ölçek sorunları, uluslararası standartlarda ürün kalitesi ve pazarlama organizasyonunda yeterli seviyeye gelinememesi temel unsurlar olarak belirtilmektedir.
 
ÇELİŞKİLER VE OLUMLU YAKLAŞIMLAR
 
TEMEL ÇELİŞKİLER
 
Küreselleşme sürecinde rekabetin hızlandığı ve rekabet gücünü artırmanın önem kazandığı bir dönemde, acaba rekabet gücünü geliştirmenin yolları sadece yukarıda sıraladığımız çalışma yaşamının normlarını aşağıya doğru zorlayan uygulamalar mıdır? Burada çağdaş çalışma normları ve sosyal korumayla rekabet gücü arasında, üstesinden gelinemeyecek bir çelişki mi mevcuttur? Küreselleşme, her zaman ve her yerde sonuç itibariyle bize işsizlik ve daha korumasız bir çalışma yaşamı mı getirecektir? Batı Avrupa örneğinde yaşanan küreselleşme ve işsizliğin artışı, gelir dağılımının bozuluşu, küresel Dünya’nın sosyal normları yüksek toplumlar için kaçınılmaz bir cezası mıdır? Çalışma normlarının korunmasıyla rekabet gücünün korunması ve artırılması bir arada sürdürülemeyecek, birbirine ters düşen hedefler midir? Bu veya buna benzer soruları daha da artırmak mümkündür.
 
OLUMLU YAKLAŞIMLAR
 
Günümüz dünyasında tartışmaları ve uygulamaları değişik boyutlarıyla değerlendirdiğimiz zaman, bazı toplumların sosyal normlarını korurken, rekabet güçlerini artırma imkanını elde ettiklerini de görüyoruz. Faktör karmaşaları içinde genel değerlendirmeler yapmak her zaman güç olmakla beraber, aşağıdaki bazı genel eğilimleri belirleyebiliriz.
 
Uluslararası Çalışma Örgütü ve “Sosyal Hükümler”
 
UÇÖ’nün bu yeni oluşumlar karşısında yetersiz kalışı, özellikle sosyal korumanın yüksek olduğu AB’de büyük bir reaksiyon doğurmakta, uluslararası ticaret ve yatırım antlaşmalarına “bağlayıcı sosyal hükümler” konulması talep edilmektedir. Bu yapılmadığı takdirde, küreselleşmenin düşük normda işçi istihdam eden Pasifik Ülkeleri lehine gelişeceği ileri sürülmektedir. Bu noktada, işçi-işveren örgütlerinin ve devletin ortak çıkarları mevcuttur.
 
Ne var ki, burada çok sayıda karmaşık sorun ile karşılaşıyoruz. Örneğin, hangi koşulların uluslararası ticarette sosyal hüküm olarak yer alacağı konusunda tartışmalar mevcuttur. Ayrıca, çalışma standartlarına uymayarak elde edilen avantajın miktarlarını ölçmek mümkün olmadığından cezaların seviyesini belirlemede güçlüklerle karşılaşılmaktadır.
 
Sosyal hükümde yer alması gereken normlar arasında, sendika kurma özgürlüğü (87 no’lu sözleşme), örgütlenme ve toplu pazarlık hakkı (98 no’lu sözleşme), çocuk istihdamı için asgari yaş (138 no’lu sözleşme), istihdamda ayırım (111 no’lu sözleşme), zorla çalıştırma (29 ve 105 no’lu sözleşme), işçi sağlığı ve iş güvenliği (çok sayıda sözleşme) sayılabilir. Ayrıca iş teftişi, asgari ücret, haftalık izin, kadın işçilerle ilgili temel düzenlemeler de bunlara ilave edilebilir.
 
Bu arada özellikle 1998 yılında UÇÖ tarafından kabul edilen “Temel Haklar Bildirgesi”ni sayabiliriz. Küresel dünya ticaretinin gelişmesi ile büyük önemi artan sosyal standartların korunması düşüncesi, UÇÖ’yü bütün ülkeleri temel sözleşmeleri kabule zorlama fikrine götürmüştür.
 
Kalitenin Yükseltilmesi
 
Her şeyden önce, küresel rekabetin temel unsurlarından olan kalite, çalışma normlarının sürekli bir biçimde düşürülmesinin önündeki en önemli engellerden bir tanesidir. Gerçekten, çalışma normlarının düşürülmesi ve bu yolla rekabet gücünün artırılmaya çalışılması, birçok hallerde kalite kaybı, hatta maliyet yükselmesi yoluyla küresel rekabet gücünü düşüren çok önemli bir faktör haline gelmektedir.
Teknolojik Yapılanma
 
Sosyal standartlar korunurken, rekabet gücünün artırılmasının diğer önemli bir yolu ise, hiç kuşkusuz teknolojinin yeniden yapılandırılmasıdır. Gerçekten, rekabet gücünün artırılmasında en ileri teknolojilerin kullanıma sokulmasının Türkiye açısından da benimsenmesini genelde olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek gerekir. Uzun yıllar Türkiye’de işsizlik ve emek arzı fazlalığından dolayı, rekabet sürecinde emek-yoğun teknolojinin tercih edilmesinin istihdam açısından da olumlu sonuçlar yaratacağı inancı yerini günümüzde dışa dönük, sanayileşme sürecinde bu yaklaşımın yararlı bir politika olamayacağı görüşüne bırakmıştır.
 
Çağdaş Üretim ve Yönetim
 
İleri sürüldüğüne göre, “bugüne kadar bildiğimiz tüm işletmecilik kural ve teorilerini, edindiğimiz tüm tecrübeleri gözden geçirmeliyiz. Unutmamak gerekir ki, bazen tek bir kavram ve anlatış, tüm kural ve tecrübelerin önüne geçebilir. XXI. yüzyılda bu kavramın adı “tüketici tatmini”dir ve bu kavram işletmelerin yaşam felsefesi olacaktır.
 
Küreselleşmenin getirdiği rekabet tartışmaları, beraberinde yeni organizasyon ve üretim süreci modelleri, örgüt kültürü, amaçların paylaşılması ve vizyon yaratma, çalışanlara yetki ve sorumluluk aktarılması, yönetim-bilişim süreçleri, değişim, mühendisliği vb. konular yanında, kalitenin yeniden tanımlanması, düşük maliyet, müşteri odaklılık, mükemmellik yolunda sürekli gelişme, kalite-maliyet ilişkileri, kalitesizliğin maliyeti, bütünsel kalite yönetimi felsefesi vb. konularda yeni tartışma alanları da getirmiştir.
 
Günümüz dünyasında hizmet işletmelerinin artan önemi dikkate alındığında, bu işletmelerin rekabet gücünü artırmak, üretim ve kaliteyi geliştirmek için sürekli geliştirme stratejileri arasında “kalite çemberleri” (quality circles), “öneri sistemleri” (suggestions systems), “bütünsel kalite yönetimi” (total quality management), “tam zamanında üretim” (just-in time), “zaman tabanlı rekabet” (time based competition), “müşteri yönlendirilmesi” (customer-driven), “karşılıklı planlama” (inter active planning), “öğrenme organizasyonu” (learning organization), “yüksek performans” (peak performance) yöntemlerini uyguladıkları gözlenmektedir.
 
Yüksek Verimlilik
 
Yapılan karşılaştırmalı araştırmalara dayanılarak ülkemizde verimliliğin AB ülkelerine nazaran çok düşük ve bunun da Gümrük Birliği döneminde ülkemizin rekabet gücünü olumsuz şekilde etkileyen faktörlerin en önemlilerinden birisi olduğuna işaret edilmektedir. İşgücü verimliliği açısından konuya baktığımızda, AB ülkelerinde verimliliğin, Türkiye’ye nazaran 6-7 kat daha fazla olduğu ileri sürülmektedir.
 
Özellikle ülkemizde verimliliği artırmaya yönelik bilinçli teknoloji seçimi, planlı eğitim ve işgücünün kalitesinin yükseltilmesine yeterince gayret sarfedilmediği, ayrıca çalışma hayatında bilhassa örgütlü sektörde ücret sistemlerinin de verimliliği artırıcı yönde etkiler yaratmadığı iddia edilmektedir. İleri sürüldüğüne göre, “ücret artışlarını, verimlilik artışlarının bir yüzdesi olarak gerçekleştiren işletmelerde, birim maliyetlerinin düştüğü, işçilerin reel ücretlerinin arttığı ve istihdam haddinde de bir genişleme sağlandığı tespit edilmiştir.” Kuşkusuz bozuk örgüt yapıları, finansman, hammadde ve enerji sıkıntıları, geri bir teknoloji ve benzeri faktörler, Türk işletmelerinin verimliliğini önemli ölçüde ve olumsuz yönde etkilemektedir.
 
Dünya tecrübeleri, çarpıcı bir biçimde düşük ücret politikasının daima düşük mamul maliyeti ve ihracatta daha hızlı bir sıçrama anlamına gelmediğinin örnekleriyle de doludur. Gerçekten, Almanya ve Japonya’da saat ücretleri nisbeten yüksek olmasına rağmen, bu iki ülke dünyanın en büyük ihraç ekonomilerini oluşturmakta, Almanya Tek Pazar’da düşük saat ücretli İspanya, Portekiz ve Yunanistan’a kolaylıkla mal satabilmektedir. Burada önemli olan verimliliğe etki yapan faktörlerin sonucu olarak saat ücretlerinin düşük üretim maliyetlerine dönüşmesidir. Teknolojik yenilikler, sağlıklı örgüt yapıları, çağdaş yönetim, girdilerin rasyonel kullanılması ve kaliteli mamul üretimi, kuşkusuz verimlilik yoluyla ihraç ekonomilerinin kaliteli ve ucuz mal üretebilmelerine de olanak sağlayacaktır.
 
 
Ücretlerin Korunması
 
Türkiye’de ücretlerin düşük tutulmasının bir yandan Türkiye’nin rekabet gücünü işçilik maliyetleri yoluyla yükselteceği, diğer yandan ise, yabancı sermayeyi çekmek için bir cazibe oluşturacağı konusundaki görüşlerin geçerli olamayacağı da ileri sürülmüştür. Bazı yazarların da işaret ettiği gibi, rekabet gücünün artırılmasında düşük ücret politikasını değerlendirirken, işgücünün reel ücret-verimlilik ilişkisini de gözönünde bulundurmak gerekir. Günümüzde yüksek ücretli ülkelere de yabancı sermaye akımı sözkonusu edilirken, ayrıca reel ücretlerdeki nisbi yükseklik Almanya ve Japonya örneğinde görüldüğü gibi ihraç ürünlerinin maliyetlerini belirleyen yegane ve çok önemli bir faktör de değildir. Bunun nedeni ise, verimliliği yüksek nitelikli işgücü, gelişmiş altyapı ve iç pazarın sağladığı çekiciliktir.
 
“Burada önemli olan, yüksek ücret düzeyini sağlayabilen yüksek katma değerli mal ve hizmet üreten bir sanayi yapısıyla dış dengenin sağlanmasıdır.”
 
 
Ücret-dışı Maliyetler
 
Nihayet, küresel dünyaya uyumda rekabet gücünün korunması açısından diğer önemli bir çıkış yolu, ücret-dışı maliyetlerin azaltılmasıdır. Günümüzde ileri sürülen iddialara göre, aşırı korumalı sistemler küreselleşmede başarılı olamamaktadır. Gelir dağılımını düzeltmenin yolu olarak ücreti yükseltmek yerine, istihdamı genişletmenin daha gerçekçi olacağı iddia edilmekte ve emek kullanımını artıracak politikalar önerilmektedir. İşçiyi gerçek korumanın “işyeri ve istihdamı koruma” olduğu vurgulanmakta, gerçek ücret düşürülmeden refah seviyesi korunarak maliyetlerin düşürülmesi tartışılmaktadır.
 
UNICE, ünlü raporunda özellikle ücret-dışı maliyetler açısından istihdam maliyetinin önemli ölçüde düşürülmesi için “toplam vergi diliminin küçültülmesini” önermektedir. Yapılan hesaplamalara göre, özellikle 1982 yılından itibaren, işgücü maliyetleri Avrupa’da Japonya ve ABD’ye nazaran % 2.3 oranında daha hızlı bir artış göstermiştir. Bu artışın nedenleri arasında, ücret-dışı maliyetlerin artışı, özellikle örgütlü sektörlerdeki ilave mali yükler sayılmaktadır.
 
Ayrıca sosyal güvenlik harcamaları ve ücretten yapılan diğer kesintiler üzerinde de durulmaktadır. Örneğin bu kesintiler AB’de % 40 iken, Japonya’da ve ABD’de bu kesinti oranlarının % 30’a vardığı hesaplanmaktadır. Benzer şekilde, Avrupa’da vergi oranlarının Japonya ve ABD’ye nazaran % 35 daha fazla olduğu, bunun da üretim maliyetlerini artıran önemli bir unsur olduğuna işaret edilmektedir. Bütün bu faktörler, küreselleşme sürecinde Japonya ve ABD’ye nazaran AB’de neden daha büyük bir durgunluk ve işsizlik olduğunu açıklamaktadır.
 
Türkiye açısından da burada vergiler, sigorta primleri, fonlar ve diğer ücret-dışı maliyetler önemli bir tartışma alanı oluşturmaktadır. Ancak konuya sosyal olayların gelişimi açısından yaklaşıldığında birçok ülkede ücret-dışı ödemelerin yüksekliğine karşın, ekonomik ve toplumsal gelişmenin daha hızlı gerçekleştiği görülmektedir. Ne var ki ücret-dışı maliyetlerin yüksekliği istihdam artışını teşvik etmemekte ve “istihdam vergisi”ne dönüşme eğilimiyle istihdamın daha hızlı genişlemesini önlemektedir.
Artan Diyalog
 
Nihayet, küreselleşmenin ve rekabet gücünün beraberinde getirdiği sorunların çözümüne, her seviyede diyaloğun geliştirilmesi yoluyla demokratik ve katılımcı bir biçimde yaklaşmak gerektiği öne sürülmektedir.
 
Gerçekten ileri sürüldüğüne göre, sosyal diyaloğa dayalı barışçı Endüstri İlişkileri’ne sahip ülkelerin çok daha hızlı ekonomik ve sosyal gelişme kaydettikleri belirlenmiştir. R.J. Adams’ın 10 yıl boyunca dünya ülkeleri ve sistemleri ile ilgili araştırma sonuçları çatışma yerine diyaloğa dayalı modellerin başarılarıyla doludur. Bunlar arasında özellikle Hollanda, Almanya, Japonya ve Avusturya örnek ülkeler olarak gösterilmektedir.
 
 
SONUÇ
 
Yapılan değerlendirmeler, genelde küreselleşmenin en olumsuz sonuçlarının sosyal alanda ortaya çıktığını işaret etmekte, özellikle küresel dünyaya ayak uyduramayan toplumlarda küreselleşmenin beraberinde işsizlik ve yoksulluk getireceği önemle vurgulanmaktadır. Küresel dünyaya uyumda ise, rekabet gücünün artırılmasına bağlı olarak ortaya konulan tartışmalarda genelde, işgücü maliyetlerinin düşürülmesine yönelik tedbirler öngörülmektedir.
 
Acaba burada gerçekten çalışma yaşamına yönelik bir çelişki mi söz konusudur? Küreselleşmenin en dramatik sonuçlarını yaşayan AB ülkelerinde hükümetler, Topluluk ve ülkeler seviyesinde çok değişik tedbirler öngörmekte ve siyasi yapıda çok sayıda tartışma gündemi doldurmaktadır.
 
Ayrıca, çalışma hayatında esnekleştirme ve hatta daha da ileri giderek, kuralsızlaştırmaya varan yeni gelişmeler yaşanırken, işgücü maliyetlerinin düşürülmesi yolu olarak taşaron uygulaması yaygınlaşmakta, Endüstri İlişkileri’nden kaçış eğilimleri hızlanmakta ve genelde bu tedbirler sosyal damping yoluyla rekabet gücünün çalışma normları düşürülerek karşılanması hedeflerine yönelmektedir.
 
Ne var ki, yüksek standartlı çalışma normlarına sahip birçok Batı ülkesi, yüksek çalışma normlarını korurken ve sosyal korumada keskin dönüşümlere yönelmeden küresel dünyada çıkış noktaları bulmanın çok sayıda çağdaş örneklerini vermektedir. Kuşkusuz, uluslararası ticarette UÇÖ’nün “sosyal hükümler” ve “Temel Haklar Bildirgesi” yoluyla daha etkin bir rol oynaması, korumacılığa yeniden dönüş eğilimlerini de zayıflatacaktır.
 
Bu gelişme dinamikleri içinde, kuşkusuz esneklik, taşeron, özelleştirme ve a-tipik istihdamı daima olumsuz bir faktörler dizisi olarak da değerlendirmemek gerekir. Çağın değişen koşulları içinde bazen bu faktörler tamamen olumlu istikamette kaliteyi, istihdamı ve geliri artıran ve her iki tarafa yarar sağlayan ve ülke ekonomisini de hızla geliştiren unsurlar olarak düşünülebilir.
 
2000 yılı arifesinde AGİT, Bakû-Ceyhan Petrol Boru Hattı kararları, 20’ler-Berlin ve nihayet Aralık 1999 AB-Helsinki gelişmeleri ile Türkiye üçüncü bin yıla ve yeni yüzyıla yeni bir ümit ve atılımla giriyor. Bir yazarın deyişiyle; “Türkiye zamana yenik mi düşecek, yoksa çağı yakalayacak mı? Tarih Türkiye’yi sollayıp geçecek mi? Yoksa Türkiye şunu söyleyebilecek mi? Zamana yenik düşmedim çünkü gözlerimi ileri diktim, geleceği geçmişte yaşamak istemiyorum, sıradan bir ülke olmayacağım, yarınları güzel yaşamak için kendimi yeniledim” diyebilecek midir?
 
 
  Bugün 2 ziyaretçi (3 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol